20 Mart 2012 Salı

Doğmamış Bir Çocuğa Mektup


Evlilik dışı ilişkisinden hamile kalan bir kadının geçmişi, ilişkileri, bireysel kimliği ve iç dünyası ile olan hesaplaşmasını konu alıyor Doğmamış Bir Çocuğa Mektup. Karnında büyüyen bebeğiyle yaptığı konuşmalarını okurken aslında aşk, özgürlük, eşitlik, adalet kavramlarına ve yarınlara dair inançsızlığının, bir kadın olarak hep edilgen konumda görülmek istendiği topluma karşı sürdürmeye çalıştığı içsel mücadelesinin, birey olarak başkaldırısının sessiz çığlıklarına kulak vermekte olduğumuzu anlıyoruz.

Hayatı boyunca aşık olduğunu düşündüğü erkeklerle olan ilişkilerinden geriye sadece aşka inançsızlık kalmış olan bir kadın ile karşılaşıyoruz sayfaları çevirdikçe. Çocuğunu karnında taşıdığı adamın, kadının hamile kaldığını öğrendiği zamanki ilk sorusunun bebeği ne zaman aldıracağı olması, kadının aşka olan zayıf inancını tamamen yitirmesi için yeterlidir. "Kadınla erkek arasındaki aşk dedikleri, bir mevsim. Ve bu mevsim çiçeklenme döneminde nasıl bir yeşillikler şöleniyse, solma döneminde de bir yığın çürüyen yapraktan başka bir şey değil" der kadın kitabın bir yerinde.

Özgürlük ise sosyal bir varlık olduğu söylenen insan için bir başka ütopik kavramdır. "Dünyada en çok kullanılan 'aşk' sözcüğü kadar sömürülmüş bir sözcüktür 'özgürlük'... Ancak, özgürlük adına işkence çekmekte olduğun anda bile onun gerçekte var olmadığını, olsa olsa sen onu aradığın sürece ve oranda var olduğunu anlayacaksın özgürlüğün" diyecek kadar da insanın özgür olmadığı inancını dile getirir. Kadına göre insanlarla birlikte yaşamak kölelikle eşdeğerdir. Bir insanın özgür olabildiği tek yer, çevresinden izole olmuş vaziyette gelişme dönemini yaşadığı anne karnıdır.

Tüm insanların eşit dünyaya geldiği, yasalar karşısında ve toplumsal hayatta eşit olduğu düşüncesi ise daha küçük bir çocukken ruhunda gerçekliğini yitirmiştir kadının. Varlıklı olanın varlıklı olanla, fakir olanın ise fakir olanla eşit tutulduğu bir dünya düzeninin hâkim olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Kadın gözüyle değerlendirdiğinde ise eşitlik, insanlık tarihi boyunca erkeklerin egemen olduğu bir dünya düzeninde söylenegelen koca bir yalan olmaktan öteye gitmemiştir onun gözünde.

Adalet... Savaş yıllarında asker kumanyasından kendilerine bahşedilen birkaç kutu konserve yiyecek karşılığında müttefik askerlerin kirli çamaşırlarını yıkamak zorunda bırakılmış olmanın, kendilerini kurtaracaklarına ve barış dolu bir gelecek sunacaklarına inanılan "dostlardan" böylesi bir aşağılanma görmenin bir çocuk ruhu için ne denli aşağılayıcı olduğunu çarpıcı bir anlatımla dile getiriyor kadın. Ve adalet denen kavramın var olmadığını ta o yıllarda anladığını anlatıyor karnındaki bebeğine. Yarınların olmadığını "...dünya değişir; ama, hep aynı kalır" sözüyle insanı sarsan bir biçimde dille getiriyor.

Özgürlük, eşitlik ve adalet... İnsan haklarının üç temel prensibi olarak anılan bu değerlerin yine insanlar tarafından, medeniyet yolunda önemli ilerlemeler kaydeden insanlık tarafından ayaklar altına nasıl alındığını kendi yaşamından örnekler vererek anlatıyor kadın. Bir insanlık eleştirisi okumuş oluyor insan, kitabı bütün olarak değerlendirdiğinde.

Kitapta kullanılan üslubun feminist ve Tanrıtanımaz bir tarzda olması beni kitabın yazarı Oriana Fallaci hakkında kısa bir araştırma yapmaya sevk etti. Fallaci' nin çocukluk yılları Nazi işgali altındaki Floransa' da geçmiş. Eserinde savaş sonrası yıllara ilişkin dile getirdiklerinin müttefik kuvvetlerin İtalya' yı işgalden kurtardıktan sonra yaşananlara dair olduğu anlaşılıyor. Buna ek olarak, feminist yaklaşımının izlerini eserinde tüm şiddetiyle görmek de beni şaşırtmadı. Özellikle kadının evli olmadığını öğrendiğinde kendisini muayene eden doktorun yüz ifadesindeki sevecenliğin ve tavırlarındaki nezaketin kaybolduğunun anlatıldığı bölüm; kadınların evlilik dışı çocuk doğurmalarının Batı dünyasında dahi olsa dinî unsurların ağır bastığı toplumlarda nasıl karşılandığını çok güzel betimliyor.

Fallaci, kadının ataerkil toplum yapısında algılanageldiği üzere bir nesne olmadığını; özgür bir kimliği bulunduğunu, eşit ve adil muamele görmeyi hak ettiğini savunuyor kitabında. Analığın kadınlara atfedilmiş bir görev olmadığını, kadının özgür seçimi olduğunu vurguluyor. Kadının da bir ruhu olduğunu hatırlatıyor.

Hiç yorum yok: