İnsanların "doydukları yeri" değil, "doğdukları yeri" vatan kabul ettikleri günlerde Hristiyan ile Müslüman' ın aynı havayı soludukları, aynı suyu içtikleri, aynı toprağın rızkından nasiplendikleri Anadolu' da, Fethiye yakınlarındaki Eskibahçe’ de 1900' lü yılların başındayız.
Niko ile Abdül yalınayak koşup oynarken Çömlekçi İskender' in armağan ettiği kuş şeklindeki düdüklerini öttürür. Köyün imamı Abdülhamit Hoca’ nın eşi Ayşe, bir kardeş içtenliğiyle Polyxeni' nin derdini paylaşır. İbrahim' in Philothei' ye olan aşkını kimse garipsemez. Köy; kilisesi ve camii ile aynı Tanrı' ya farklı yollardan ulaştıkları için bir diğerine göre "imansız" olan insanlara ev sahipliği yapar. Çocuklar bile Tanrı' ya erişmek için tek bir dil olduğunu; o dile bazen Arapça, bazen de Yunanca dendiğine inanır. Tanrı’ dan bir dileği olan Müslüman, işini sağlama almak için Hristiyan ermişlerine de adaklar adar.
Tanrı’ ya ulaşmak için farklı yollar izleyen bu insanların farklı inançlara saygı duyarken biraz da bencillikleri ve çıkarlarının yönlendirmesiyle bu şekilde davranmakta olduğunu hissederiz. Hayatları “ben” merkezlidir. Yaşadıkları küçücük kasabada hergün baktıkları bir yüzün ulu orta aşağılanmasını, hakaretler görmesini ve dövülmesini seyrederler, bir tiyatro sahnesinin karşısındaymışçasına. Aslında, günlük hayatlarının tekdüzeliğinden onları kurtaran olaylardır bunlar ve “Halk ekmek ve sirk ister” sözünü doğrularcasına, büyük bir heyecanla izlerler bu tip olayları. Hem yakın hem uzaktırlar birbirlerine iki farklı dinin insanları.
Yılların akıp gitmekte olduğunu; Osmanlı’ nın Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında yaşadığı yenilgileri, Enver Paşa’ nın maceracı ruhu ve kahraman olma hevesiyle imparatorluğu Cihan Harbi’ ne dahil etmesini, önce Doğu’ nun yaman kışına sonra da Ruslar’ a kırdırdığı doksan bin askerin trajedisini okurken anlıyoruz. Ve nihayet Çanakkale Savaşları… Babası Çömlekçi İskender’ in yerine gönüllü askere yazılan Abdül’ ün ağzından dinliyoruz siperlerde yaşananları. Askerlerimizin; önceleri nefret ettikleri Frenk askerlerinin de kendileri gibi ailelerini ve tarlalarını artlarında bırakıp gelmiş olduklarını anlamalarıyla onlara merhamet duymaya başladıklarını görüyoruz. Ancak, bu merhamet anlayışı onların “düşman” olduğu gerçeğini değiştirmez. Cephede yaşananlar; padişahın cihat ilan etmiş olmasına karşın, savaşın kutsallıktan çok uzak bir kavram olduğunu düşündürtür askerlerimize. Düşman kurşunuyla ölmeyenler dizanteriye yenik düşer çoğu zaman. Siper savaşlarında birbirlerini süngüleyen, her taarruzda katliam derecesinde birbirini kıran tarafların; savaş meydanında acı çeken, inleyen yaralıya düşman da olsa yardım etmesi; cephede yaşanan insanlık trajedisinin içerisinde “insanlığın” ölmediğini de gözler önüne serer.
Savaş devam ederken ülke topraklarında uyanmaya başlayan “Türklük” bilinicine de şahit oluruz. “Osmanlı” olmanın artık bir anlam ifade etmediği cahil halk arasında dahi anlaşılmaktadır.
Büyük Savaş sonrası birgün, bir teğmen komutasındaki küçük bir İtalyan müfrezesi gelir Eskibahçe’ ye. İşgalci oldukları bilinmez ilk başta. Halk, savaşın kaybedildiğinden habersizdir. Ta ki, Anadolu her koldan işgal edilmeye başlanıncaya kadar. Yine de İtalyanlar yerel halka zulmetmezler. Kendileri dahi bu yabancı topraklarda ne için bulunduklarından habersiz gibidirler. Karargâhtan uzakta, haritada önemli bir merkezmiş gibi gözüktüğü için askeri birlik gönderilmesine karar verilen kendi hâlindeki bu köyde, işgal normal hayatın bir parçasıymışçasına halkla kaynaşırlar. Ne gariptir ki, halk ülke işgal altında olsa dahi kendilerine ve evlerine dokunmayan düşmana karşı koymaz. Büyük bir konukseverlikle ağırlar düşmanını!
Yunan işgali ise aynı hoşgörü ile karşılanmaz. Megalo Idea hevesiyle Küçük Asya’ yı Büyük Yunanistan’ın bir parçası yapmak ve ülkeyi Konstantinopolis’ ten yönetmek düşleriyle Yunan; Türk ve Müslüman halka yapmadığı eziyeti bırakmaz. İzmir’ in işgalinin üçüncü yılında ise Anadolu, tek bir düşman askeri kalmamacasına temizlenir. Ardından mübadele gelir. Kendilerini Osmanlı tebaası olarak gören Hristiyan halk, anlam veremediği bir şekilde yüzyıllardır yaşadığı yurdundan sürülür. Büyük Yunanistan’ ı diriltmek hevesiyle işgale gelen Eski Yunanlar’ ın yurduna; dilini ve âdetlerini bilmedikleri bir ülkeye göçe zorlanırlar. Kendilerine “pis Türk” diye hitap edilecek o yabancı topraklara. Ne gariptir ki, Anadolu’ da da artık Osmanlılık kavramı yok olmuştur. Türk kavramı vardır ve Hristiyan olanlar Türk’ ten sayılmamaktadır.
Büyük Savaş ile birlikte silah altına alınan ve tam sekiz yıl sonra evlerine dönebilen insanların büyük bölümü; ilk gençlik yıllarını siperlerde, bitmek bilmez katliamların birer oyuncusu olarak geçirmişlerdir. On dört yaşın tüm masumiyetini savaş alanlarına gömen bu nesilden geri dönebilenler için hayat eskisi gibi olmayacaktır. Kimi hayatını yeniden kurmaya çabalar; kimi ise aklını zaten yitirmiş vaziyettedir. Geriye sadece çocukluk yıllarına dair hayaller kalmıştır. Bütünü oluşturan parçalar eksilmiştir. Zanaat ile uğraşan Hrıstiyanların gidişiyle hayat durma noktasına gelir; zira, o zamana dek Türk kesimin tek bildiği toprakla uğraşmak ve askerlik hizmeti görmektir. Toplumun ruhu da terk edilmiş evler gibi yitik bir hâl alır. Mozaiği oluşturan parçaların bir kısmı artık yoktur.
“Benim için yıldızlar artık sönük ve hemen hemen herşey yitti… Ne yaptığını kesin olarak bilsen bile, plan yapmanın genellikle bir yararı olmuyor. Gelecek, şimdiki hâli karmakarışık ediyor, geleceğin ötesindeki gelecek, geleceği karmakarışık ediyor ve hatıralar düzensiz olarak köpürüyor, yüreğin neyi ne yapacağı önceden kestirilemiyor.
Sen ve ben bir zamanlar birbirimizi kuş yerine koyup da sevdik. Kanatlarımı çırpıp yere düşerek kendimizi berelediğimiz zaman bile çok mutluyduk, ama gerçek o ki kanatsız kuşlardık biz…
Kanadı olan kuşlar açısından hiçbir şey değişmiyor; nereye isterlerse uçabiliyor onlar ve sınır tanımıyorlar; kavgaları çok kısıtlı oluyor.
Ama biz daima toprakla sınırlıyız; ne kadar yükseğe tırmanırsak tırmanalım ve kollarımızı ne kadar çırparsak çırpalım. Uçamıyoruz ya, kendimize uymayan şeyler yapmaya mahkûmuz biz. Kanatlarımız yok ya, aramadığımız mücadelelere ve iğrençliklere itiliyoruz ve sonra, bütün bunların ardından yıllar geçiyor, dağlar düzeliyor, vadiler yükseliyor, nehirlerin yolu kumla tıkanıyor ve yarlar denize çöküyor”.
Kitap, kısa bölümlerden oluşacak şeklinde kaleme alınmış. Bölümler kimi zaman bir karakterin kendi ağzından aktardığı hatıralarını, kimi zaman da yazarın dilinden kitaptaki bir karakterin hayatından kesitleri gözler önüne seriyor. Aralarda Mustafa Kemal’ in hayatını kronolojik sırayla okura aktaran bölümler mevcut. Tarih dersi havasından uzak, insanı sıkmayan bir dille Mustafa Kemal’ in karakteri ve başarıları aktarılıyor. Anlatımı, karakterlerinin tasviri, konusunun kurgusal olmakla beraber, arka planda dönemin tarihsel olayları ile harmanlanması sonucu kazandığı gerçeklik; kitaba tatlı ve sürükleyici bir tarz kazandırıyor.
Niko ile Abdül yalınayak koşup oynarken Çömlekçi İskender' in armağan ettiği kuş şeklindeki düdüklerini öttürür. Köyün imamı Abdülhamit Hoca’ nın eşi Ayşe, bir kardeş içtenliğiyle Polyxeni' nin derdini paylaşır. İbrahim' in Philothei' ye olan aşkını kimse garipsemez. Köy; kilisesi ve camii ile aynı Tanrı' ya farklı yollardan ulaştıkları için bir diğerine göre "imansız" olan insanlara ev sahipliği yapar. Çocuklar bile Tanrı' ya erişmek için tek bir dil olduğunu; o dile bazen Arapça, bazen de Yunanca dendiğine inanır. Tanrı’ dan bir dileği olan Müslüman, işini sağlama almak için Hristiyan ermişlerine de adaklar adar.
Tanrı’ ya ulaşmak için farklı yollar izleyen bu insanların farklı inançlara saygı duyarken biraz da bencillikleri ve çıkarlarının yönlendirmesiyle bu şekilde davranmakta olduğunu hissederiz. Hayatları “ben” merkezlidir. Yaşadıkları küçücük kasabada hergün baktıkları bir yüzün ulu orta aşağılanmasını, hakaretler görmesini ve dövülmesini seyrederler, bir tiyatro sahnesinin karşısındaymışçasına. Aslında, günlük hayatlarının tekdüzeliğinden onları kurtaran olaylardır bunlar ve “Halk ekmek ve sirk ister” sözünü doğrularcasına, büyük bir heyecanla izlerler bu tip olayları. Hem yakın hem uzaktırlar birbirlerine iki farklı dinin insanları.
Yılların akıp gitmekte olduğunu; Osmanlı’ nın Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında yaşadığı yenilgileri, Enver Paşa’ nın maceracı ruhu ve kahraman olma hevesiyle imparatorluğu Cihan Harbi’ ne dahil etmesini, önce Doğu’ nun yaman kışına sonra da Ruslar’ a kırdırdığı doksan bin askerin trajedisini okurken anlıyoruz. Ve nihayet Çanakkale Savaşları… Babası Çömlekçi İskender’ in yerine gönüllü askere yazılan Abdül’ ün ağzından dinliyoruz siperlerde yaşananları. Askerlerimizin; önceleri nefret ettikleri Frenk askerlerinin de kendileri gibi ailelerini ve tarlalarını artlarında bırakıp gelmiş olduklarını anlamalarıyla onlara merhamet duymaya başladıklarını görüyoruz. Ancak, bu merhamet anlayışı onların “düşman” olduğu gerçeğini değiştirmez. Cephede yaşananlar; padişahın cihat ilan etmiş olmasına karşın, savaşın kutsallıktan çok uzak bir kavram olduğunu düşündürtür askerlerimize. Düşman kurşunuyla ölmeyenler dizanteriye yenik düşer çoğu zaman. Siper savaşlarında birbirlerini süngüleyen, her taarruzda katliam derecesinde birbirini kıran tarafların; savaş meydanında acı çeken, inleyen yaralıya düşman da olsa yardım etmesi; cephede yaşanan insanlık trajedisinin içerisinde “insanlığın” ölmediğini de gözler önüne serer.
Savaş devam ederken ülke topraklarında uyanmaya başlayan “Türklük” bilinicine de şahit oluruz. “Osmanlı” olmanın artık bir anlam ifade etmediği cahil halk arasında dahi anlaşılmaktadır.
Büyük Savaş sonrası birgün, bir teğmen komutasındaki küçük bir İtalyan müfrezesi gelir Eskibahçe’ ye. İşgalci oldukları bilinmez ilk başta. Halk, savaşın kaybedildiğinden habersizdir. Ta ki, Anadolu her koldan işgal edilmeye başlanıncaya kadar. Yine de İtalyanlar yerel halka zulmetmezler. Kendileri dahi bu yabancı topraklarda ne için bulunduklarından habersiz gibidirler. Karargâhtan uzakta, haritada önemli bir merkezmiş gibi gözüktüğü için askeri birlik gönderilmesine karar verilen kendi hâlindeki bu köyde, işgal normal hayatın bir parçasıymışçasına halkla kaynaşırlar. Ne gariptir ki, halk ülke işgal altında olsa dahi kendilerine ve evlerine dokunmayan düşmana karşı koymaz. Büyük bir konukseverlikle ağırlar düşmanını!
Yunan işgali ise aynı hoşgörü ile karşılanmaz. Megalo Idea hevesiyle Küçük Asya’ yı Büyük Yunanistan’ın bir parçası yapmak ve ülkeyi Konstantinopolis’ ten yönetmek düşleriyle Yunan; Türk ve Müslüman halka yapmadığı eziyeti bırakmaz. İzmir’ in işgalinin üçüncü yılında ise Anadolu, tek bir düşman askeri kalmamacasına temizlenir. Ardından mübadele gelir. Kendilerini Osmanlı tebaası olarak gören Hristiyan halk, anlam veremediği bir şekilde yüzyıllardır yaşadığı yurdundan sürülür. Büyük Yunanistan’ ı diriltmek hevesiyle işgale gelen Eski Yunanlar’ ın yurduna; dilini ve âdetlerini bilmedikleri bir ülkeye göçe zorlanırlar. Kendilerine “pis Türk” diye hitap edilecek o yabancı topraklara. Ne gariptir ki, Anadolu’ da da artık Osmanlılık kavramı yok olmuştur. Türk kavramı vardır ve Hristiyan olanlar Türk’ ten sayılmamaktadır.
Büyük Savaş ile birlikte silah altına alınan ve tam sekiz yıl sonra evlerine dönebilen insanların büyük bölümü; ilk gençlik yıllarını siperlerde, bitmek bilmez katliamların birer oyuncusu olarak geçirmişlerdir. On dört yaşın tüm masumiyetini savaş alanlarına gömen bu nesilden geri dönebilenler için hayat eskisi gibi olmayacaktır. Kimi hayatını yeniden kurmaya çabalar; kimi ise aklını zaten yitirmiş vaziyettedir. Geriye sadece çocukluk yıllarına dair hayaller kalmıştır. Bütünü oluşturan parçalar eksilmiştir. Zanaat ile uğraşan Hrıstiyanların gidişiyle hayat durma noktasına gelir; zira, o zamana dek Türk kesimin tek bildiği toprakla uğraşmak ve askerlik hizmeti görmektir. Toplumun ruhu da terk edilmiş evler gibi yitik bir hâl alır. Mozaiği oluşturan parçaların bir kısmı artık yoktur.
“Benim için yıldızlar artık sönük ve hemen hemen herşey yitti… Ne yaptığını kesin olarak bilsen bile, plan yapmanın genellikle bir yararı olmuyor. Gelecek, şimdiki hâli karmakarışık ediyor, geleceğin ötesindeki gelecek, geleceği karmakarışık ediyor ve hatıralar düzensiz olarak köpürüyor, yüreğin neyi ne yapacağı önceden kestirilemiyor.
Sen ve ben bir zamanlar birbirimizi kuş yerine koyup da sevdik. Kanatlarımı çırpıp yere düşerek kendimizi berelediğimiz zaman bile çok mutluyduk, ama gerçek o ki kanatsız kuşlardık biz…
Kanadı olan kuşlar açısından hiçbir şey değişmiyor; nereye isterlerse uçabiliyor onlar ve sınır tanımıyorlar; kavgaları çok kısıtlı oluyor.
Ama biz daima toprakla sınırlıyız; ne kadar yükseğe tırmanırsak tırmanalım ve kollarımızı ne kadar çırparsak çırpalım. Uçamıyoruz ya, kendimize uymayan şeyler yapmaya mahkûmuz biz. Kanatlarımız yok ya, aramadığımız mücadelelere ve iğrençliklere itiliyoruz ve sonra, bütün bunların ardından yıllar geçiyor, dağlar düzeliyor, vadiler yükseliyor, nehirlerin yolu kumla tıkanıyor ve yarlar denize çöküyor”.
Kitap, kısa bölümlerden oluşacak şeklinde kaleme alınmış. Bölümler kimi zaman bir karakterin kendi ağzından aktardığı hatıralarını, kimi zaman da yazarın dilinden kitaptaki bir karakterin hayatından kesitleri gözler önüne seriyor. Aralarda Mustafa Kemal’ in hayatını kronolojik sırayla okura aktaran bölümler mevcut. Tarih dersi havasından uzak, insanı sıkmayan bir dille Mustafa Kemal’ in karakteri ve başarıları aktarılıyor. Anlatımı, karakterlerinin tasviri, konusunun kurgusal olmakla beraber, arka planda dönemin tarihsel olayları ile harmanlanması sonucu kazandığı gerçeklik; kitaba tatlı ve sürükleyici bir tarz kazandırıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder