19 Haziran 2011 Pazar

Doğu Yolculuğu


Doğu, yüzyıllar boyunca Batı' nın tamamlayıcısı oldu. Batı dünyası, hep Doğu' ya ulaşma gayreti içerisindeydi. Doğu, Batı' nın hem düşmanıydı hem de onun yolunu aydınlatan fener. Doğu' yu asırlar boyunca kendinden saymayan, şeytanların diyarı olarak görmeyi tercih eden, ona karşı seferler düzenleyen Batı yine de Doğu' dan vazgeçmedi, vazgeçemedi.

Bu kitabın ismini ilk gördüğümde insanın çıkma cesaretini gösterdiği içsel yolculuğu Hesse' nin "Doğu Yolculuğu" olarak tanımlamış olmasına şaşırmadım. Yazar; kişinin kendini keşfetmek üzere çıktığı yolculuğu, Ortaçağ Avrupası' nın mistik öğelerle süslemeyi sevdiği Doğu' ya erişme arzusu ile özdeşleştirmişti. Bu içsel yolculuk epik bir öyküdür aslında.

Kitabın ilk sayfasında Huon ve Çılgın Roland isimli iki karakterden bahsediliyor. Onların yaşadığı çağlardan büyük savaş sonrasına uzanan döneme dek Doğu Yolculuğu kadar önemli bir olayın yaşanmadığı ifade ediliyor. Merak edip Huon ve Roland’ ı araştırdım.


Bordeaux’ lu Huon; 13. yüzyılda kaleme alınmış, romantik öğelerle bezeli bir Fransız destanının baş kahramanı. Huon, İmparator Charlemagne’ in oğlunu bir kaza sonucu öldürür. Olanaksız gibi görülen üç görevi yerine getirmesi kaydıyla canı bağışlanır: Babil Emiri’ nin sarayına giderek emirin en güçlü muhafızını öldürecek, emirin kızını üç kez öpecek, geriye emirin saçları ve dişleri ile dönecektir. Huon, tüm bu zor görevleri masal âleminin hükümdarı Kralı Oberon’ un yardımıyla başarır.

Yaptığım araştırmada “Çılgın” olarak nitelendirilen bir Roland’ a rastlamadım. Hakkında bilgi bulabildiğim tek Roland; Charlemagne’ ın idaresi altında, Francia sınırlarını Bretonlar’ a karşı korumuş büyük bir Frank komutanı olan Kont Roland oldu. İspanya’ ya 778 yılında düzenlenen büyük seferde yer alan ve büyük başarı elde eden Roland, dönüş yolunda Pirene dağlarında Bask isyancıları tarafından ordusuyla birlikte pusuya düşürülür ve öldürülür. “Çılgın” olsun olmasın, Kont Roland’ ın cesur bir komutan olduğu anlaşılıyor hakkında yazılan methiyelerden.

Doğu Yolculuğu’ nun, kitabın daha ilk sayfasında Huon ve Roland’ ın kahramanlıklarıyla özdeşleştirilmesi; bireyin gerçekleştirdiği içsel yolculuğun ne denli çetin ve cesaret isteyen bir eylem, bir kahramanlık destanı olduğunu gayet güzel bir biçimde ortaya koyuyor.

 “... insan yaşamını kavramaya ve haklı çıkarmaya yönelik her ciddi denemenin sonucu umutsuzluktur. Yaşamın üstesinden erdemle, adaletle, sağduyuyla gelmeye yönelik her ciddi denemenin sonucu umutsuzluktur. Umutsuzluğun bu tarafında çocuklar, öteki tarafında da aydınlanmışlar vardır”. Kişinin kendi benliğini bulmaya; kim olduğunu, ne istediğini anlamaya çalışırken sahip olduğu değerleri sağlam bir temele oturtmaya gayret etmesi kendini bilen her insan için gerçekten de zor bir süreçtir. Bireyin değerleri toplumun değerleri ile çatıştığında, bireyin evrensel temellere dayandığına inandığı doğruları toplumun doğruları ile çeliştiğinde birey kendini yalnızlığa itilmiş hisseder. Bireyin kişiliği olgunlaşma sürecinde zorlu bir sınavdan geçer. Çocukluk döneminin düşler, oyunlar, masal kahramanları, saf ve yalın mutluluklar ile dolu yılları zamanla “dışarıdaki hayatın” sahte gerçekleriyle gölgelenmeye başlayacaktır. Uzun yıllar devam edecek mücadelenin kaosuna kapılanlar, umutsuzluğun karanlık derinliklerinde umarsızca gezinip duracaklardır. Kendilerini bu girdaptan kurtaranlar ise sahilleri güneşin ışıltılarıyla bezenmiş “altın ülke”ye adım atmış olacaklardır. “Gençliklerinde ışık onları bir kez aydınlattı, gözleri bir kez açıldı ve yıldızı izlediler ama sonra mantık geldi, dünyanın alaycılığı geldi, yüreksizlik geldi, sözde başarısızlıklar geldi, yorgunluk ve hayal kırıklığı geldi, böylece kendilerini yeniden kaybettiler, yeniden kör oldular”.

Birey; kendinden üstün gördüğü bir varlığın, içinde var olduğu toplumun bir parçası olmak üzere aidiyet hissiyle gayret gösterirken birey olmanın ayrıcalığını ve özgürlüğünü de yaşamak için içsel yolculuğunu sürdürür. Toplumun kendisini “kendisi olduğu için” kabul etmesini bekler. Oysa toplum her ne kadar bireylerden oluşsa da bireylerin “bireysel” hakimiyetine hoş gözle bakmaz. Toplum için önemli olan, kendi sürekliliği için bireylerin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmesidir. Her birey topluma, dolayısı ile diğer bireylere hizmet etmek üzere yetiştirilmektedir. “Hizmet yasası. Uzun ömürlü olmak isteyen, hizmet etmek zorundadır. Fakat hükmetmek isteyen uzun ömürlü olmaz”. Doğu Yolculuğu’ na çıkan Cemiyet üyelerinin liderleri ortadan kaybolduğunda ne yapmaları gerektiği kendilerine öğretildiği halde hizmetkârları yok olduğunda ne yapacaklarını bilememeleri; bireylerin toplumun kendilerine yüklediği rolleri farkına varmaksızın özümsemelerinden ve içselleştirmelerinden kaynaklanmaktadır. Hepimiz, doğduğumuz andan itibaren bize yüklenen rollerin gereklerini yerine getiririz. Bu roller; aile içindeki konumlarımız (baba, anne, çocuk ...), mesleklerimiz (terzi, fırıncı, doktor, avukat, mühendis, öğretmen, bilim insanı ...), çalıştığımız şirketlerdeki pozisyonlarımız (memur, amir, işçi ...), bize yüklenen misyonlar (okumak, güzel sanatlarla ilgilenmek, yüksek kültür seviyesine ulaşmak, fikir üretmek ...) şeklinde çeşitlilik gösterir ve bunlarla da sınırlı kalmaz. Bizler farkında olmadan bizden beklenenleri yerine getirmek üzere, işçi arılar misali çalışır dururuz. Toplum, rollerimizin gereklerini ne kadar iyi yerine getirdiğimizle ilgilenir; “bireysel kimlik”lerimizle değil. Oysa bizler, kimliklerimizi oluşturmak ve olgunlaştırmak sevdasındayızdır. Toplum içerisinde “biz” olduğumuz için kabul görmek isteriz. Ekmek satın aldığımız fırını işleten fırıncının ekmeği ne kadar iyi pişirdiği ile ilgileniriz de onun iyi bir okur olup olmadığını sorgulamayız; zira, o bizim için yalnızca bir fırıncıdır. Muayene olduğumuz diş hekiminin çocuklarını nasıl yetiştirdiği önemli değildir bizim için, işini iyi yapsın yeter ki. Bir gün o fırın kapandığında veya alıştığımız hekim başka bir yere taşındığında ise bir boşluk hissederiz hayatımızda. Bize hizmet eden kişi yoktur artık yanıbaşımızda. “Kim” olduğu ile ilgilenmediğimiz kişinin yokluğu dert olur bize.

Bu hayatın çelişkisidir. İnsan, bu düzenin kaotik yapısına kapılıp girdabın derinliklerine kolaylıkla çekilebilir. Kendilerini aydınlatan ışığa bir süre sonra körleşip toplumun talep ettiği tekdüze hayatı kabullenebilir. Bir zamanlar çıkmış olduğu içsel yolculuğun anıları ise asla silinmeyecektir ruhundan. Bir gün gelip içinde pişmanlık duyduğunda ise...

“Pişmanlık tek başına işe yaramaz, af pişmanlıkla satın alınamaz, hiçbir şeyle satın alınamaz”.

Kitabın baş kahramanının ismi H. H. kısaltmasıyla verilmiş. Hermann Hesse’ nin otobiyografik eserlerinde sıklıkla yaptığı üzere...

Hiç yorum yok: