Herşey, bir arkadaşımla “bireysel bilinçdışı, kolektif bilinçdışı, persona, ego, anima, animus” gibi kavramlar üzerinde görüş alış verişinde bulunmamızla başladı. Bu konular, o güne dek hiç ilgimi çekmemiş olan psikiyatrinin sınırları içerisindeydi. Carl Gustav Jung’ un ismini ilk kez duymam da işte bu döneme rastgelir... Jung’ un bu otobiyografik eserini, okuduğumda anlayamayacağımdan korkarak elime almıştım 2008 yılında.
Kitabı okudukça Jung’ un önderliğini yaptığı analitik psikiyatrinin, bu konuda bilgisi bulunmayan veya yanlış bilgilendirilmiş bireylerin algıladığı kavramdan çok farklı olduğunun ayırdına vardım. Psikiyatriyi ruhsal bozukluk yaşayan insanların tedavi yöntemlerinin bir bütünü olarak görmüştüm bu kitabı okuyana dek. Oysa Jung’ un ortaya koyduğu “bilinç” ve “bilinçdışı” kavramlarını anlamaya başladığımda onun psikiyatri alanında tamamen yeni ve özgün bir teori geliştirmiş olduğunu fark ettim. Jung’ un yarattığı “bilinçdışı” dünyası, psikiyatriye yeni ve çok farklı bir boyut kazandırıyordu. Benim gibi teknik öğrenim görmüş ve hayatı matematiksel modellerden ibaret olmuş biri için çok farklı bir dünyanın kapıları açılıyordu önümde.
Çocuk yaşlardan itibaren gördüğü düşler, kendisine gözüken imgeler, özellikle şizofreni hastalarında gözlemlediği ortak davranışlar ve ifadeler; “bilinç” kavramına ek olarak “bireysel bilinçdışı” ve “kolektif bilinçdışı” kavramlarını ortaya koymasını ve bunların üzerinde düşünmesini sağlamış. Mutsuz bir aile ortamında büyümüş olmasının; içine kapanmasına, çevresine karşı güven duymadan yetişmesine ve iç dünyasına çok fazla dönmesine sebep olduğunu görüyoruz. Belki bunların bir sonucu olarak gördüğü olağandışı düşler, onu bu rüyaları çözümlemeye yönelik farklı bir bakış açısı geliştirmeye yönlendirmiş. Bir insanın, kitapta betimlenen düşleri görüyor olması gerçekten de hayret uyandırıcı. Jung’ un düşlerinden hareket ederek insan zihnini, yine insanın evrimsel tarihinin meydana getirdiğini, atalarımızın yaşadığı tüm deneyimlerin, korkuların, sevinçlerin zihnimizin derinliklerinde gömülü olduğunu belirterek zihnin dört katmandan oluştuğunu ortaya koyması, üstelik bu düşüncesinin doğruluğunu gayet sağlam örneklerle savunuyor olması daha da hayret verici. Bilinç, bireysel bilinçdışı, kolektif bilinçdışı ve kolektif bilinçdışının asla bilince çıkamayacak bölümü insan zihnini oluşturan unsurlardır Jung’ a göre. Bu bağlamda zihin bir adaya benzer. Adanın kara kısmı bilince; kumsalı bireysel bilinçdışına; onu çevreleyen deniz kolektif bilinçdışına; denizin derinlikleri ise kolektif bilinçdışının asla bilinç seviyesine çıkartılamayacak kısmına karşılık gelir.
Jung’ u tanımam, onu ve savunduğu teoriyi anlamaya başlamam adına iyi bir başlangıç oldu bu kitabı okumam. Kendimi ve davranışlarımı sorgulamamda önemli bir rol oynamış olan bu kitabın sayfalarını yaklaşık üç yıl sonra yeniden çevirdiğimde ve Jung’ un söylemlerini yeniden okuduğumda hafif bir ürperti hissetmedim değil. Zihnimin, ben farkında olmasam da insanlık tarihinin binlerce yıllık geçmişinden binlerce yıl sonrasına uzanan bir zaman diliminin imgelerini taşıyor olması beni gerçekten de “bilinmeyen bir bilineni” yaşadığım gerçeğini düşünmeye sevk ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder