29 Ocak 2022 Cumartesi

At Çalmaya Gidiyoruz


İngilizce'de 'yalnızlık' kavramına karşılık gelen iki kelime var; 'solitude' ve 'loneliness'... Per Petterson, altmış yedi yaşındaki bir adamın Norveç'in sakin bir köyüne yakın bir yerde kendisi için inşa etmeye çalıştığı yaşantısını bu iki İngilizce kavramdan ilkine atıfta bulunarak kaleme almış hissine kapılıyor insan. Bireyin kendi ıssızlığını yaşamak adına kurduğu bir yaşamın satırlara yansımalarıdır bu eser.

Üç yıl önce eşini ve kız kardeşini kaybeden yaşlı adam, kendisine sade bir yaşam kurmak üzere kırsalda satın aldığı kulübeye taşınmıştır. İnsanlardan fiziken uzak kalmak niyetinde olsa da asıl arzusunun kendisiyle başbaşa kalmak ve kendisine yetebilmek olduğunu anlıyoruz sayfalar ilerledikçe.

Bir akşam, kendi kulübesinin biraz ötesinde kendisi gibi yalnız yaşamakta olan komşusuyla yaşadığı bir diyalog onu 1948 yılının yaz aylarına götürecek; o sene on beş yaşındaki hâlinin yaşadıklarını ve tanıklık ettiklerini bugüne taşıyacaktır.

İlerleyen sayfalar boyunca yaşlı adamın bugününü, 1948 yazına ait anılarını ve babasının savaş yıllarına dayanan ilişkilerini birbirlerini tamamlayan olgular hâlinde okuma olanağı buluyoruz. Babasıyla birlikte İsveç sınırındaki kırsalda geçirdiği yaz aylarının hatıratı, babasının özgürlüğüne düşkün kişiliği hakkında bizlere ipuçları verirken babasının ve babasıyla kurduğu iletişimin onun için taşıdığı anlamı da hissetmemize zemin hazırlıyor.

Babasının Oslo'daki şehir yaşantısının dışında kendi ıssızlığını yaşayabilmek adına kurduğu ve içinde yalnızca oğluna yer verdiği kırsaldaki dünyasını birgün yalnız ve yalnız kendisiyle dolduracağının işaretlerini hissediyoruz, sayfalar boyu ilerledikçe.

"Ama hayat böyle işte," dedi. "İnsan ancak böyle öğreniyor, bir şeyler olduğu zaman. Özellikle senin yaşında. Bunları aklına yaz, daha sonraları da düşünmeyi unutma ama asla karamsar olma. Anlıyorsun değil mi?"

Şimdi altmış yedi yaşında, kendine yetmeye çalışarak bir başına kalmayı seçmiş, yine de yalnızlığı ile yüzleşmeye hazır olmadığı anlaşılan bir adamın babasının izinde olmaya çalıştığı izlenimini ediniyoruz. Yaşlı bedenine meydan okurcasına giriştiği mücadeleden duyduğu tatmini hissediyoruz. 1948 yazının sonunda yüzleşmek zorunda kaldığı bir başına kalmışlığı şimdi kendi isteğiyle yaşama ve bu sayede babası gibi özgür olma arzusuna tanık oluyoruz. İnsan ister istemez soruyor: 'Acaba, babasının neler hissettiğini şimdi kendi yaşayarak mı anlamaya çalışıyor?'

1948 yılının yazı, on beş yaşındaki bir çocuğun hiç hazır olmadığı bir anda büyümek zorunda kaldığı bir dönem olarak yaşlı adamın yaşamında yerini almıştır. Onun şimdi gönüllü olduğu ıssızlığın, on beş yaşının yüreğinde kök salmış olduğunu okuyoruz kitabın sonunda.

Hiç yorum yok: