5 Aralık 2018 Çarşamba

Binboğalar Efsanesi


Çukurova'nın, Toroslar'ın, bu topraklarda yaşayan ve yaşamak için yurt bulma gayretindeki insanların dramını yine destansı bir anlatımla okurlarıyla buluşturuyor üstad Yaşar Kemal.

1950'li yıllara gelindiğinde yazın dağlarda yaylak, kışın ovada kışlak arayışındaki Yörük obaları; değil çadırlarını kuracakları, ayak basacakları bir karış toprağa hasret kalmış durumdadır. Cumhuriyet Türkiyesi'nin deneyimlediği hızlı şehirleşme ve toplumsal değişim, hâlâ göçebe yaşantılarını sürdürmekte ısrar eden ve törelerine sıkı sıkı bağlı Yörükler'e hayat hakkı tanımamaktadır.

Yüzlerce yıl önce Horasan'dan kalkıp geldikleri Anadolu topraklarında yüzlerce yıl sonra dahi kara kıl çadırlarında göçebe hayatı sürmeye devam eden, inançlarını koruyan, beylik simgelerini muhafaza eden bu insanlar için yurt bildikleri topraklar ve bu topraklarda yerleşik düzene geçmiş insanlar artık düşman hâline gelmişlerdir. Sürülmedik bir karış toprak, sahiplenilmemiş bir tek mezra, höyük veya kıraç kalmamıştır Çukurova diyarında. Hayatta kalma savaşıyla eşdeğer bir mücadeleye girmiştir Yörük obaları. Bir zamanların bu şanlı insanları eski görkemli günlerin hatırasıyla geleneklerini sürdürmeye gayret ederken, geçmişlerinden miras kalan değerlerinin değişen toplum yapısında küçümsendiğine tanık olur. Hattâ bu değerlerin uzun zaman önce şehirlerde, kasabalarda yerleşik hayata geçmiş soydaşları için artık anlam taşımadığına da şahit olurlar.

Yüzyıllar boyunca fetihlerin, gazaların, mertliğin simgesi olmuş "kılıç", tüm roman boyunca Karaçullu Obası'nın Demirciler Ocağı piri Haydar Usta'nın elinde can bulmayı bekler. O kılıç ki, Horasan'dan bu yana binlerce kez dövülmüş; beylerin, paşaların, padişahların şanına şan katmış; ocağın pirlerine gurur kaynağı olmuştur. "Kılıç", Yörük için onu toprağa kavuşturacak bir umuttur artık. Karşılığında konacakları toprak bulmak ümidiyle, elinde dövdüğü ve işlemelerle bezediği kılıçla yola düşer Haydar Usta. Bir zamanlar beylere beylik etmiş olanların kapısına vardığında beylik nâmına bir şey kalmamış olduğuna tanık olur. Meydan bezirgânlara kalmıştır artık. Eskinin şanlı, mert insanları sahneden çekilmişler, yerlerini hatırdan yoksun paragözlere ve cimrilere bırakmışlardır.

Adana'dan çıkar Ankara'ya varır Haydar Usta. Padişahlara yakışır kılıcını İsmet Paşa'ya sunar, obanın derdine derman diler. Ve görür ki, koskoca devlet dahi çare olmayacaktır Yörüğe. Yunan'ı dize getiren İsmet Paşa dahi görmez, duymaz Yörüğün çaresizliğini. Kılıcın temsil ettiği tüm yüce değerlerin birer birer kıymetini yitirmiş; eskinin yiğit, özü sözü bir insanlarının yaşam sahnesinden çekilmiş olduğu gerçeği yüreğine çöreklenmiş vaziyette obasına döner, Demirciler Ocağı piri Haydar Usta. Umudu sonsuza dek geçmişe gömmüş olarak.

Yurtsuzluğun yarattığı umutsuzluğun ve çaresizliğin insanoğlunu düşürdüğü durum, en nihayetinde yüreğinde nefretin kök salmasına neden olacak ve onu kendi insanına ihanete kadar sürükleyecektir.

Hiç yorum yok: