23 Ağustos 2018 Perşembe

Leyla'nın Evi


İç içe geçmiş hayat öyküleriyle bezenmiş bir roman Leyla'nın Evi. Yalnızca romanın baş kahramanlarının değil; maruz kaldığı değişimin hızına ayak uyduramayan bir toplumun; son yüzyılı savaşların getirdiği yıkımlarla ve işgallerle dolu bir ülkenin; asırlar boyu el değiştirmiş bir coğrafyanın; köyden kente, Türkiye'den Almanya'ya göçenlerin dramatik öyküleriyle örülmüş bir eser.

Barınma yüzyıllar boyunca insanoğlunun en temel sorun olmuş. Güçlü olan uluslar savaşlar yoluyla diğer ulusların topraklarını ele geçirip halklarını ya göçe zorlamış ya da boyundurukları altına almış. Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu coğrafyası gibi büyük imparatorlukların hükümranlık  alanı olmuş topraklar el değiştirip durmuş. Livaneli, evi elinden zorla ve hileyle alınan Leyla Hanım'ın yaşadıklarından hareketle insanoğlunun tarihe mâl olmuş dramına; toprağın ve mülkün düzenli bir biçimde el değiştirmesine değiniyor eserinde.

İstanbul'un elit kesimini oluşturan Osmanlı asilzadeleri, sonu gelmeyen savaşlar neticesinde kaybedilen topraklardan elde ettikleri gelirden mahrum kaldıkça eski şaşaalı yaşayışlarını sürdüremeyecek; bu zenginliğin simgesi haline gelmiş konaklar ve yalılar birer birer satılacaktır. Mülkün el değiştirmesiyle birlikte Boğaziçi yalılarının simgesi olduğu yaşam tarzı da yavaş yavaş son bulacak; toplumun profili Osmanlı'dan cumhuriyetin ilk yıllarına ve o dönemden bugüne büyük bir değişim geçirecektir.

İstanbul'un büyük konakları ile yalılarında hizmet görenler, ailelerini köylerinden getirmeye ve onlara yeni iş olanakları yaratmaya gayret ederken şehir göç almaya ve gecekondu kültürüyle tanışmaya başlar. Yeni gelenler kent hayatına uyum sağlamaya çalışırken, şehir yaşamının nimetlerinden de faydalanmanın yollarını arar. İstanbul göçlerle kimlik değiştirirken, daha doğrusu yeni kimliğini bulmaya çalışırken "dağdan gelenler bağdakileri kovmaya" başlayacaklardır.

Sosyal ve kültürel olarak toplumun alt sınıflarında yer alanların çevrelerindeki zenginlikten etkilenerek daha üst seviyelere çıkmak arzusunu taşımaları, onların ihtiraslarını hizmet ettikleri efendilerine duydukları sadakat ve saygı ile fütursuzluk arasındaki hassas çizgiye yerleştirecektir. Bosnalılar Yalısı'nın yeni sahibi, sonradan zengin olma Ömer Bey'in babası Ali Yekta Bey'in ihtirası işte bu hassas çizgi üzerindeki dengenin bozulmasıyla bir trajediye dönüşecektir.

Livaneli, eserini kaleme alırken kitabın baş kahramanı Leyla Hanım'ın yaşadığı dramı tüm bu toplumsal değişim sürecinin zemininde sunuyor okuruna. 1920'li yılların işgal altındaki İstanbul'unda Bosnalılar Yalısı'nın kızıyla bir İngiliz subayının yaşadığı yasak aşk neticesinde dünyaya gelen Leyla Hanım, annesini ve babasını yalnızca resimlerden tanıyacaktır. Çocukluk çağı Cumhuriyet'in ilk yıllarına denk gelen Leyla Hanım, anne ve babasının "günahı" sebebiyle okula gidemeyecek, toplumda kendisine saygın bir yer edinemeyecek, tüm hayatı yalnızlık içerisinde geçecektir. Tüm bunlara rağmen anneannesinin azmi sayesinde iyi bir terbiye alacak, yetkin bir müzik eğitimi görecek, Almanca ve Fransızca'yı ana dili gibi öğrenecektir. Yaşadıkları ile yaşayamadıkları Leyla Hanım'ı hayata karşı güçlü kılacak, sıkıntılar karşısında metanetini yitirmeden ayakta durabilmesine olanak tanıyacaktır.

Bir zamanlar kendilerine ait olan yalının müştemilatında hayatını bir başına sürdüren Leyla Hanım'ın evinden zorla çıkarılması, onun dışarıda bambaşka ve hiç alışık olmadığı bir İstanbul ile tanışmasına vesile olur. Cihangir'deki bir apartman dairesinde parasızlık içerisinde isyankar bir hayat süren gençlerle bir araya gelmesi; "Almancı" Rukiye'nin hayat öyküsünü, dolayısıyla yabancı bir hayat tarzı ile muhafazakar Anadolu kültürü arasında sıkışıp kalmış bir neslin yitip gitmekle var olmak arasındaki mücadelesini gözler önüne serer.

Ne geldikleri yerde ne de yaşadıkları yerde gerçek İslâm terbiyesi alamadıkları için dini sadece Cuma ve bayram namazları ile okunan mevlitlerden ibaret sanan insanların düştükleri gaflet Livaneli'nin ince üslûbu ile dekora işleniyor. Şehri gitgide daha fazla pençesine alan gecekondu kültüründe kabuk değiştiren toplumsal kimliğini yeniden bulmaya çalışan kadınların dinî inançlarına sahip çıkmak adına cahil mahalle hocalarının esiri olmaları; zihinlerinin batıl ve çarpık fikirlerle doldurulması; nihayetinde halkın inkılâpları idrak edememiş olması neticesinde Atatürk Türkiye'sinin cehaletin pençesine yavaş yavaş nasıl düşmekte olduğu da satır aralarında yerini buluyor.

Hiç yorum yok: