Avrupa'da Rönesans ve Reform hareketlerinin en yoğun yaşandığı dönemde geçen bir yolculuk öyküsünü kaleme alan Maalouf, 1666 yılında dünyanın sonunun geleceğine inanan kahramanı üzerinden bağnazlığı ve batıl inançları ustalıkla hicvediyor.
Tanrı'nın kutsal metinlerde geçen doksan dokuz adından başka yüzüncü bir isim ile daha anıldığına inanan Cenevizli Baldassare Embriaco, bu ismi barındırdığı rivayet edilen bir kitabın peşinden uzun ve macera dolu bir yolculuğa çıkar. Atalarının yüzyıllardır yaşadığı Cübeyl şehrinden yola çıkan Baldassare; İstanbul, İzmir, Cenova ve Londra'ya gider bu kitabın peşi sıra. Nihayet onu bulduğunda ise kitap mistik bir şekilde sırrını esirgeyecektir kendisinden.
1666 yılı sona ermeden dünyanın sonunun geleceği; bu yılın Romen rakamlarıyla MDCLXVI şeklinde ifade edildiğinde Romen rakamlarının tamamının, büyükten küçüğe sıralanarak kullanılmış olmasıyla bağdaştırılmaya çalışılır. İnsanoğlunun bu ve benzeri "işaretlere" anlam atfetmeye çalışıyor olması; Sabetay Sevi'nin kendisini İzmir'de mesih ilan ederek yeni bir dünya düzenini müjdelemesi, İngiltere ile Hollanda arasında savaşın patlak vermesi, şehrin büyük bir bölümünü kasıp kavuran Londra yangını gibi olayların dekorunda kaleme alınır. Aydınlanma döneminde böylesi inançların hâlâ hüküm sürüyor olması; akıl ile batıl arasındaki mücadelenin hiç bitmeyeceğinin göstergesidir bir bakıma.
Yolculuğu boyunca karşılaştığı insanlardan gördüğü maddi ve manevi cömertlikler sayesinde en zor anlarını sorunsuzca aşmış olması, hiçbir zaman yoksunluk çekmemesi ve ruhunu karanlıklara mahkum eden günlerinde onu dinginliğe kavuşturan aşkları yaşatan kadınların hayatını süslemiş olması dikkate alındığında kitabın kahramanının, dindar bir kişi olmamakla birlikte en yüce adını öğrenme aşkıyla peşinden gittiği Tanrı tarafından "kutsanmış" olduğu izlenimini ediniyor insan. Kitabın bu düşünceyi destekleyen çelişkiler yumağından oluşan bir kurgu ile kaleme alınmış olması esere özgün bir üslup kazandırıyor.
Amin Maalouf'un bugüne dek okuduğum eserlerinde beni karşılayan sürükleyici dili bu romanında yerini yavaş bir seyre terk etmiş gibi hissettim. İnsan ruhunun doğru ile yanlış, iyi ile kötü arasında yaşadığı gelgitleri uzun içsel diyaloglarla satırlara aktarırken aslında bu kavramların zaman ve mekân uzamında farklı değerlendirilebileceği, o an içinde bulunulan ruh durumuna göre değişik anlamlar yüklenebileceği gerçeğiyle yüzleştiriyor okurunu.
Baldassare, 1666 yılında yaşanacak büyük olayların daha 1648 yılından belli olduğunu ifade ederken acaba o yıl imzalanmış bulunan Westphalia Anlaşması'na mı atıfta bulunmaktadır? Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun Katolik Kilisesi'nden almakta olduğu gücü yitirdiği ve farklı milletleri hükümranlığı altına alan din kökenli büyük imparatorlukların güçlerini yitirerek yerlerini ulus devletlere bıraktığı bir dönemin başlangıcıdır bu anlaşma. Avrupa'da 30 Yıl Savaşları'na son vererek Protestan ve Kelvinizm mezheplerinin güçlenmeye başlamasına zemin hazırlayan bu barış dönemi, bu kez imparatorluklar yerine daha küçük devletlerin taraf olacağı ve yüzyıllar boyunca sürüp gidecek yeni savaşların kapısını aralayacaktır.
İşaretlere inanmamak gerekiyor derken, yazarın dünyanın sonunun geleceğine inanılan 11 Eylül tarihine kitabında yer veriyor olması dikkat çekici. Eserin ilk yayınlandığı 2000 yılının ertesinde 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen trajedinin dünyanın gidişatını değiştirmiş olduğunu hatırladığında saldırıyı gerçekleştiren fanatiklerin bu kitabı okumuş olabileceğini düşünmeden edemiyor insan. O saldırı sonrasında Ortadoğu'da yaşananlar insanlık için bir utanç vesilesi olduğu kadar insanlık tarihine ışık tutan nice önemli tarihi eserin yok edilmesiyle de sonuçlandı.
Ortadoğu ve Akdeniz havzasının tarihine hâkim olan Amin Maalouf, bu bölgede yaşanan savaşları hatırlayarak insanoğlunun kendi felaketine sebep olmadan önce "Yüzüncü Ad"ı bulması gerektiğine vurgu yapmak istiyor olabilir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder