Doğuda, Osmanlı'nın kudretli devlet yapısına, şanına ve ihtişamına öykünen, İstanbul'a sahip olmakla aşiret kimliğinden kurtularak cihana hükmeden bir devlet haline geleceğine inanmış Şah İsmail.
Batıda ise babasının yarattığı iktidar boşluğu sebebiyle gücünü yitirme tehlikesiyle yüz yüze kalmış devletini korumaya kararlı Şehzade Selim.
Erdebil'de şeyhlik postunda oturuyorken Safevi Şah'ı olan İsmail ile devletini yıkılmaktan kurtarmak gayretindeki Sultan Selim'in mücadelesi, İslam'da süregelen Alevi ve Sünni kimliklerinin çatışmasının siyasi boyuta yansımasıdır bir anlamda. Kerbela'da 680 yılında yaşanan trajediden sonra Müslümanlık içerisinde baş gösteren mezhepleşme zaman içerisinde kutuplaşmaya ve düşmanlığa dönüşür. Her iki mezhep de diğer mezhebin hükümranlık sürdüğü topraklarda baskı altında ve korku içerisinde yaşar. Bu korku zamanla öfkeye, nefrete ve nihayetinde zulme bırakır yerini. İsyanlar, katliamlar ve göçler bu iki mezhebin insanlarının kaderlerini çizer yüzyıllar boyunca.
Anadolu ve İran coğrafyası aynı Tanrı'ya inanan din kardeşlerinin düşmanlığına 16. asrın ilk yıllarında bir kez daha tanık olacaktır. Ataları Sünni olmakla birlikte kendisini Alevilik mezhebinin hamisi kabul eden İsmail, zalimliği ile gölgelenen hükümdarlığı döneminde Tebriz'i alarak devletinin merkezi yapacak, bölgede yaşayan Sünni toplumlara zulmedecek, Anadolu'ya gönderdiği dervişleri ile halkı isyana ve göçe teşvik edecek, Osmanlı'ya kafa tutacaktır. Onun doğudaki yükselişinden cesaret bulan Anadolu Alevileri isyan ederek İsmail'e biat edecek ve Osmanlı yurdunu terk edecektir.
Varlığı tımar sistemine dayalı Osmanlı için halkını ve askerini yitirmek anlamına gelen bu göç hareketi, Şehzade Selim'i harekete geçirecek; babasını tahttan indirerek kardeşlerini bertaraf ettikten sonra, "Çocuk Şah" dediği İsmail ile hesaplaşmak üzere doğuya sefere çıkacaktır. Dedesi Fatih'in bir zamanlar Uzun Hasan ile hesaplaştığı gibi o da devletinin doğu sınırını güvene almadan batıya yürümeyecektir.
Osmanlı ile meydan savaşına girmemek konusunda kararlı olan İsmail, Selim'in karşısına çıkmaz ilk önce. İran topraklarında uzun ve zorlu bir yürüyüş ile yorulan Osmanlı ordusu, Sultan Selim'in kendisine "Yavuz" namını kazandıracak dirayeti sayesinde sefere devam eder. Ve nihayet iki ordu 1514 yılının Ağustos ayında Çaldıran Ovası'nda karşı karşıya gelir. Şahın çok güvendiği Türkmen süvarileri Osmanlı'nın Yeniçeri ordusu ve ölüm kusan topları karşısında tutunamaz. İsmail, sadece ordusunu ve eşi Taçlı Begüm'ü değil; onurunu da Çaldıran'da terk ederek savaş meydanından yaralı vaziyette kaçar. Takip eden seneler onu iktidarın zirvesinden uzakta, kendisini yalnızca dine adamış bir şeyh olarak bulacaktır. Bu savaş kardeşin kardeş kanı döktüğü, iki Müslüman devletin bir diğerini kıyasıya kırdığı, siyasetin ve hırsın İslam'ın emirlerine bir kez daha galebe çaldığı bir dram sahnesi olarak tarihe geçecektir. Usta kalem İskender Pala, savaştan önceki gece her iki ordugahta askerlerin yüreklerinden geçenleri, ertesi gün aynı yürekleri dağlayacak korun sıcaklığını hissettirecek bir duygu yoğunluğuyla aktarır okuruna.
Bir kadın ile onu sevmiş dört erkeğin aşkını edebi bir dille ve okurunda hayranlık uyandıran bir üslupla kaleme alan yazar; aşkın anlamını bir kez daha sorgulatıyor. Bazı tarih kaynakları savaşta esir düşen Taçlı Begüm'ün çok kısa bir süre sonra Tebriz'e geri gönderildiğini yazarken İskender Pala, onu İstanbul'da Sultan Selim'in himayesinde hayatının geri kalanını sürdürüyor olarak gösterir. Dört erkek kendisini farklı şekillerde seviyorken Taçlı Begüm gerçekte kime âşıktır? Aşk sadece dilde yaşayan bir his midir; yoksa sevilenin ruhunda aksini bulan bir seda mıdır?
Tarihi edebiyatla harmanlayan ve başarılı bir kurguyla okuruyla buluşturan Şah ve Sultan, geçmişi yargılarken gerçekleri tarih, toplumbilim ve coğrafya bağlamında sorgulamamız gerektiğini bir kez daha anımsatıyor bizlere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder