22 Şubat 2017 Çarşamba

Solaris


İnsanoğlu, henüz kendi içindeki labirentlerde kaybolmadan ilerlemeyi beceremezken evrenin sırlarına erişmek, başka gezegenlerin gizlerini aydınlatmak için bilimin sınırlarını zorlamaya devam ediyor.

Yıllar önce Andrei Tarkovsky'nin yönettiği aynı adlı filmi izlediğimde yaşadığım sarsıntıyı, kitabı okurken çok daha yoğun hissettiğimi itiraf etmeliyim. Filmin sonu kitaptakinden farklı olmakla birlikte her iki yapıtın başarıyla kurgulandığını söylemek yanlış olmaz.

Solaris, onlarca yıllık araştırmalara dayanan ve bir kütüphaneyi dolduracak kadar çok sayıda bilimsel bulguya kaynak oluşturan gizemli bir gezegen. Gezegenin tüm yüzeyini kaplayan ve aslında canlı bir organizma olan okyanusla insan arasındaki ilk bağlantı, araştırma istasyonunda görev yapan araştırmacıların akıl sınırlarını zorlayan bir deneyime dönüşür.

Okyanusun, gezegenin iki güneş etrafında dönerken yörüngesinden çıkmasını önleyecek denli güçlü olduğunu fark eden araştırmacılar onunla iletişim kurmaya çalışırlar. Okyanus, insanların zihinlerinin derinliklerinde gizlenmiş anıları, hayalleri, hattâ kendilerine dahi itiraf etmekte zorlandıkları yanlarıyla yüzleştirir onları. Karşılarına canlı bedenlere bürünmüş "konuklar" olarak çıkartır his dünyalarını.

Okyanusun gizemini çözmek için bilimsel deneylerden ve nesnel verilerden çok daha fazlasına ihtiyaçları olduğunu anlayan Kris Kelvin, anılarından yeniden bedene kavuşan ölmüş eşi Rheya ile yüz yüze geldiğinde "var olmak" olgusunu; aşk, gerçeklik, vazgeçiş üçgeninde yeniden sorgulamaya başlar. Bu deneyim, insanoğlunun evrende var olabilecek kendisinden daha zeki insan dışı varlıklarla ilk temasıdır aslında. Bu bağlantıyı deneysel çalışmalarla anlamaya çalışmanın yetersiz olacağını, okyanusun araştırma istasyonunun zırhlı duvarlarını aşarak hatıralarının ve hayallerinin kontrolünü ele geçirdiğini gördüklerinde fark ederler. Bu yabancı varlık onların düşmanı mıdır? Yoksa insanoğluna kendi duyguları üzerinden gizemli bir mesaj mı vermektedir?

Öte yandan "insan" olmanın ne anlam taşıdığı sorusu da cevabını arıyor kitapta. Atom altı düzeyde insandan farklı olan "konukların" zaman geçtikte, "insan" olmadıkları gerçeğinin farkına varmaya başladıklarına şahit oluyoruz. Olduklarını zannettikleri kişi olmadıklarını anlamaya başladıkça içine düştükleri boşluğu Rheya karakterinde çok başarılı bir biçimde betimliyor Stanislaw Lem.

Başka dünyalar arayışı içerisindeki insanoğlu, mikro kozmosun gizemlerini çözmeye çalışırken ne yazık ki, kendi içinde var olan makro kozmosun sırlarını gözden kaçırıyor.

Hiç yorum yok: