23 Ocak 2016 Cumartesi

Fahrenheit 451


Distopya edebiyatının en başarılı örneklerinden birini teşkil eden ve ilk baskısı 1953 yılında yapılmış olan Fahrenheit 451; görsel ve işitsel medyanın insan hayatını ele geçirdiği, kitapların ise sonsuza dek terk edildiği bir dünyayı betimliyor. Düşünen insanın sorgulayan bir varlık olacağını, sorularına bulacağı cevapların ise onu mutsuzluğa mahkum edeceğini; dahası geleceğini felaketlere ve savaşlara sürükleyeceğini savunan siyasal otorite tüm kitapları yasaklamıştır. Kitap okumak kadar kitap bulundurmanın da yasaklandığı gelecekte itfaiyeciler, yangınları söndürmek için değil; kitapları ve kitapların bulunduğu evleri yakmak için görev yapmaktadırlar.

İnsanların beyinlerini yıkayan televizyon şovlarının revaçta olduğu, dev ekranların evlerin duvarlarını kapladığı bir gelecekte bireyler hız toplumunun bir parçası olarak yaşamaktadır. Hızlı ve kural tanımadan araba kullanan sürücülerin yayalara çarparak onları öldürüyor olması günlük hayatın normal bir parçası haline gelmiştir. Bradbury, yayaların en temel bireysel haklarının ellerinden alındığı bir toplum betimlerken insanın birey kimliğinden soyutlanmışlığını dile getiriyor.

Geleceğin savaşları bile bir ilâ iki gün sürmektedir. Savaşın ne zaman başlayacağı, ne kadar süreceği, nasıl bir yıkım yaratacağı bilinmese de insanlar korku veya endişe duymamakta, daha da önemlisi savaşı umursamamaktadır. Sonu gelmek bilmeyen televizyon şovları, insanların uyurken dahi vazgeçemediği kulaklıklarından dinlediği müzik programları onları uyuşturmakta, başkalarına ve hayata karşı duyarsızlaştırmaktadır.

Kitapların insanı insan yapan en temel iki özelliği; duyguyu ve düşünceyi beslediği ve ilhama hayat verdiği günler geride kalmıştır. Sevgiden uzak, tekdüze bir yaşamın içerisinde yalnızlığını yaşayan bireyin uyanışı; bir itfaiyeci olan Guy Montag'ın kitapların satırlarında gizlenmiş, hayal ile yoğrulmuş dünyanın gerçekliğini keşfetmesi ile anlatılır. Madde dünyasının esiri olmuş eşi Mildred ile aynı evi paylaşmalarına rağmen aynı yaşamı paylaşmıyor olmaları, Montag'ın ruh dünyasından satırlara aktarılırken komşu evde yaşayan Clarisse McClellan ile diyalogları Montag'ın uyanışına önayak olacaktır. Montag ile karşılaşmalarında yağmurdan ve rüzgârdan bahsederken kullandığı dilin saflığı; Clarisse'in insanın doğaya ait olduğunu, doğal olandan uzaklaştığında bireyin yalnızlığa ve mutsuzluğa sürükleneceğini ifade tarzındaki içtenliği güçlü bir biçimde vurgular.

Kısa bir roman olmasına rağmen Fahrenheit 451; kitaplardan arındırılmış bir dünyanın bireyin yeryüzündeki cehennemine nasıl dönüşeceğini okuru sarsan bir üslupla anlatırken, sanki 60 yıl öncesinden, bugünün televizyondan güç bulan materyalist yaşamını ve neticede bireyin yavanlaşan zevklerini betimliyor. Bradbury, bir kahin edasıyla hayal küresinden gördüğü bugünün dünyasını satırlarına aktarmakta son derece başarılı.

Hiç yorum yok: