"Bir Ada Hikayesi" dörtlemesinin üçüncü kitabı, ilk iki kitapta olduğu gibi kürek çekerek adaya ulaşmaya gayret eden bir adamın betimlemesiyle başlıyor. Sislerin içerisinde, sonsuzluğun ortasındaki bir adayı arayan; ölümü ve yokluğu geride bırakarak hayata tutunmaya gayret eden insanların yeni bir yaşam kurmak için yerleştiği Karınca Adası'na can almak için ulaşmaya çalışan bir yabancının... Ruhunda ölümü barındırmayan; ama, kuşağında ölüm emrini taşıyan bir ademoğlunun yüreğindeki gelgitlere tanık oluyoruz ilk sayfalarda.
Tanyeri Horozları, ilk iki kitapta doruğuna ulaşan ruhsal düğümlerin çözüme kavuştuğu, içsel gerginliklerin dinginliğe eriştiği bir eşiktir. Poyraz Musa'nın, anımsadıkça içini kemiren, insanlığından utanmasına sebep olan Yezidi katliamına ait hatıralarını Zehra'yla paylaşıyor olması, bu eşiğin aşılmasına vesile olan bir itiraftır. Bir insanlık suçunu engelleyememiş olmanın verdiği ağırlıktan insan yüreğinin azat olmasıdır. Bizzat işlemediği bir cinayetten dolayı ruhunu hapsettiği vicdan azabının karanlık zindanlarından huzurun aydınlığına kavuşmasıdır. Bir diğer düğüm ise Nişancı Veli'nin, terk ettiği köyüne varıp orada oğullarının askerden dönmesini umutla bekleyen karısını Karınca Adası'na gelmeye ikna edişiyle çözülür. Umut hep var olacaktır. Bekleyiş her nerede olursa olsun...
Kitapta ön plana çıkan karakterlerden biri de Kaçak Hasan'dır. Bir ordunun düşmanla savaşamadan dağlarda donmasına tanık olmuştur Hasan. Rus ordusunu Sarıkamış'tan kovmak üzere dağların buzul kaplı doruklarını aşmaya sevk edilen ve donarak ayakta ölen askerlerden oluşmuş ormanın görüntüsü, Hasan'ın içindeki hayatta kalma içgüdüsünü canlı tutmuştur. Askerden kaçmış olmasını korkaklığına değil; yaşama olan bağlılığına dayandırır. Enver Paşa'nın sonu gelmez hırsına kurban olmamak ve bu anlamsız ölüme bile bile gitmemek için kaçar. Karadeniz sahili boyunca balıkçılık yapa yapa varır Karınca Adası'na. Bilir, asker kaçaklarını dağlarda arayacaklarını ve denizde kendisini aramayı akıl etmeyeceklerini. Hayatta kalma içgüdüsü ile kaçar savaşın anlamsızlığından. Kaçmak, ölümden korkmak değil; hayata duyulan bağlılıktır, yaşam sevincidir. İnsanca bir tepkidir.
Adaya yeni gelenlerle birlikte insanın doğayla olan savaşı da başlar. Doğanın bahşettiklerini fütursuzca tüketmeye, bozmaya ve nihayetinde yok etmeye varan bir eylemdir insanoğlunun bu mücadelesi. Açgözlülükle saldırmasıdır doğanın nimetlerine. Kendisine ait olmayanı yüzsüzce sahiplenmesidir. Yoksunluğun içinden gelen, sürekli dışlanan ve horlanan insanların doğayı yağmalarcasına açlıklarını gidermesi tasvir ediliyor kitapta. Bire bin veren bu verimli toprağın, onu yıllarca işlemiş, gözü gibi korumuş ilk sahiplerinden devralan o yurtlarından sürülmüş aç ve perişan insanlarca nasıl talan edildiği öyle kanlı canlı canlandırılıyor ki, insan okurken o anları yaşıyor sanki. Evlerinin içindeki tuvaletleri kullanmayı bilemeyen bu insanların yaşadıkları yeri nasıl kirlettikleri ise başka bir olgu. Doğayı sömürürcesine tüketen ve kirleten insanoğlunun cehaletle yoğrulmuş bilinçsizliği bir kara mizah örneği gibi gözler önüne seriliyor.
Nüfusun yeni gelenlerle çoğalması ile birlikte adanın çehresi de değişmeye başlar. Terk edilmiş ve gözü açık tüccarların yağmasına uğramış köy; okuluyla ve yeni açılan dükkânlarıyla canlanmaktadır. Ve her şeyden öte insanlar; sabahlara artık horozların ötüşüyle uyanmaktadır. Anadolu insanı için horoz sesi, güne uyanmanın, hayata her sabah yeniden başlamanın, kısacası bir köy olmanın, toplum haline gelmenin simgesidir.
İlk iki kitapta oldukça yoğun bir biçimde betimlenen iç hesaplaşmalar, ruhta tortulaşan ve tekrar tekrar yaşanan hatıraların hislerdeki yansımasına bakılarak insan ruhunun ayrıntılı bir tahlilden geçirilmesi üçüncü kitapta yerini yavaş da olsa karakterlerin eylemlerine bırakıyor. Romanın kahramanları arasındaki diyalogların daha geniş yer bulduğu bu kitapta insan ruhunun derinlemesine tahlil edilişine yine de tanık olmuyor değiliz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder