Normal şartlarda iki kişi arasında oynanması gereken bir strateji oyunu olan satrancın, iki farklı beynin atmış dört kare üzerinde yarattığı savaş alanının, birbirinden bağımsız saldırı ve savunma hamlelerinin tek bir zihinde toplanmasının; özetle bir insanın satrancı kendisine karşı oynar durumda olmasının öyküsünü anlatıyor Zweig. Her kitabında kavramları ele alış şekliyle okurunu şaşırtan yazar, kurgusal da olsa böyle bir olgunun nasıl mümkün olabileceğini başarıyla hikâyeleştiriyor eserinde.
Nazi Almanyası'nda bir otel odasında tecrit edilen avukat, kendisini ifade edebileceği her tür olanaktan mahrum bırakılmış, kimseyle görüştürülmeden, okumasına fırsat tanınmadan aylar süren bir sorguya mahkum edilir. Birgün, sorgu odasına alınmayı beklerken kimseye fark ettirmeden edindiği bir satranç kitabını okuyarak, o güne dek hiç oynamadığı bu oyunun kurallarını öğrenir. Kitapta yer alan, satranç ustalarının tarihe geçmiş oyunlarından hamleleri zihninde canlandırarak defalarca oynar. Ta ki, kitaptaki hamleler zihninin derinliklerine kazınıp anlamlarını yitirene dek.
Artık, daha zorlu bir rakip vardır karşısında. Kendisi! Satranç tahtasını zihninde oluşturup hamlelerini ve oyun stratejilerini birbirlerinden saklayan rakip iki oyuncu olarak oynamaya başlar bu oyunu. Tecrit edildiği otel odasında bir buhran geçirene dek bu böylece sürüp gider. Nihayetinde akıl sağlığını yitirdiğine inanan sorgulayıcıları tarafından serbest bırakılır. O günden sonra da bir daha satranç oynamaz. Ta ki, Almanya'dan ayrıldıktan sonra, Güney Amerika'ya giden bir gemide gerçek satranç tahtası önünde gerçek taşlarla oyun oynayan iki rakip görünceye dek.
Zweig; insan zihninin şaşırtıcı bir derinliğe ve gizeme sahip olduğunu, kişinin bunun farkına varamaması durumunda gerçek ile hayali birbirinden ayırt edemez hale gelebileceğini ve deliliğin sınırına kolaylıkla ulaşacağını okuru hayran bırakan bir kurguyla satırlarına aktarıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder