25 Nisan 2015 Cumartesi

Mihmandar



Türbesi bugüne dek yüz binlerce Müslüman tarafından ziyaret edilmiş Eyüp Sultan'ın, gerçek adıyla Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin, Hicret'ten başlayarak Emevi ordusuyla birlikte İstanbul kuşatmasına katılışına dek geçen süredeki hayatını konu alan kitap, İslamiyeti'in ilk dönemlerine de ışık tutuyor.

Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicreti, Medine'ye varışından sonra şehrin toplumsal huzura kavuşması, o güne dek Yesrib adıyla anılan ve husumetin eksik olmadığı kentin ebedi sevgiyle yoğrulması, hattâ O'nun hicretine kadar havaya hakim olan kötü kokunun yerini hoş bir rayihanın alması İslamiyet'in barışı müjdeliyor oluşunu güçlü bir dille betimliyor.

Hicret'ten 47 yıl sonra Emevi hanedanı hüküm sürmektedir ve İslam ordusu, İstanbul'u fethetmek üzere surların önünde toplanmaktadır. Emevi hükümdarı Muaviye, oğlu Yezid komutasındaki ordusunu Bizans'ın üzerine gönderirken askerin maneviyatının yükselmesi için sahabeden önde gelen isimlere sefere katılmaları için ricada bulunmuştur. Hz. Muhammed'in müjdelediği kutlu kumandan olmak için İstanbul üzerine sefer düzenlemiş olsa da Muaviye, İslâm âleminde sevilen bir isim değildir. Dört halife devrinin trajik bir biçimde kapanmasını takip eden yıllar, Emevi hanedanının adil olmayan hükümranlığına tanık olmaktadır. Tanrı yolunda adaletle hizmet etmekten uzak, ihtişam ve zenginlik içerisinde yaşamayı tercih eden Muaviye; askeri açıdan gücünü kanıtlamış, Bizans'a kafa tutmuş ve Şam gibi büyük bir ticaret merkezini topraklarına katmış olsa da Müslüman ahalide yarattığı hoşnutsuzluğu, son peygamberin müjdesine ulaşarak gidermeyi arzu etmektedir.

Hz. Muhammed'i Medine'ye hicret ettiğinde evinde konuk etme şerefine erişmiş Halid bin Zeyd, namı diğer Ebu Eyyûb el-Ensarî, seksene varmış yaşına rağmen bu kutlu seferde yer almak üzere İslâm ordusuna katılmayı kabul eder. Askerin maneviyatını sohbetleriyle, aktardığı hadisler ve menkıbelerle yükseltir. Tüm Anadolu'yu katetmek zorunda oldukları bu seferde karşılaştıkları tüm zorluklara bu kutlu kişi sayesinde göğüs gerer İslâm ordusu.

Kuşatma zorludur. Bizans'ın stratejiye dayalı savaş oyunlarına karşı yalın kılıç dövüşerek mücadele eder İslâm ordusu. Savaşın yalnızca kahramanlıkla kazanılamayacağının farkına varırlar. Savaşın gerçekte bir strateji oyunu olduğunu ve her zaman meydanlarda kazanılamayacağını görürler. Heybetli surlar geçit vermez oklara ve mancınıklara. Üstelik "Bizans ateşi" denen, değdiği yeri yakıp kavurmadan bırakmayan gizemli bir silahı da vardır düşmanın. Bu silahın ta Şam'da, üstelik de Emevi sarayında halifenin danışmanı olan bir Rum tarafından bulunup geliştirildiğine tanık oluruz hayret duyarak.

İlerlemiş yaşına rağmen cihat yolunda şehadet makamına erişme dileğiyle bu sefere katılan Halid bin Zeyd, bu arzusuna kavuşur. Son isteği, naaşının kimse tarafından bulunamayacak ve rahatsız edilemeyecek bir yere defnedilmesidir. Bu dileğini gerçekleştirir en yakınındakiler. Seferden yıllar sonra İslâm orduları, yüzyıllar boyu İstanbul önlerinde gözükmemek üzere geri çekildiğinde mezarı da meçhule kavuşur bu ulu sahabenin. Ta ki 1453 yılında Akşemseddin, rüyasında üzerine nur inen bu kutlu mekânı görene dek.

Bireylerin iç içe geçmiş öykülerinden bir mozaik inşa etmekteki başarısını yine sergiliyor İskender Pala. Onlarca yıl öncesine dayanan hayal kırıklıklarına, nefretlere ve özlemlere sahne olmuş hayatları nakış işlercesine kurgulayıp bir araya getirmekteki maharetini gözler önüne seriyor. Annesinden koparılan Romalı bir kızın acımasız bir suikastçıya dönüşmesi, yıllarını babasından alacağı intikamın hayaliyle yaşaması, annesini Konstantiniyye'de umutsuzca arayışı, sonunda Dişi Ejderler'e katılması ve yolunun Emevi ordusuyla kesişmesi tarihin dokusunda maharetle kurgulanıyor.

Hayatını Hz. Muhammed'in gösterdiği yolda iman ederek, adaletten ve güzel ahlâktan sapmadan yaşamış bir sahabenin ağzından İslâm'ın öğretilerini dinlemek olanağı buluyoruz kitabı okurken. Gerçek "Müslüman"ın kim olduğunu anlamak için okunması gereken bir eser.

Hiç yorum yok: