Türkiye Cumhuriyeti bugünlere nasıl geldi? Türk tarihiyle ilgili bildiklerimiz ne kadar doğru? Resmi tarih ile gayrı resmi tarih gerçekleri ne kadar tarafsız ve doğru yansıtıyor?...
Son on yıl içerisinde yaşananlara baktığımızda toplumumuzun ve siyasi yaşantımızın geçirmekte olduğu değişimin nedenlerini, Türk ve Osmanlı tarihini okuyup anlamadan ve nesnel değerlendirmesini yapmadan anlayamayacağımızı görüyoruz. Bugünkü ortamın tohumlarının yıllar öncesinden toprağa bırakıldığını, baş veren sürgünlerin korunup kollandığını ve bugünlere özenle kavuşturulduğunu anlıyoruz.
Lise yıllarımda İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersini okuttular. Kongreleri, bu kongrelerde alınan kararları, kurtuluş mücadelesinde cereyan eden savaşların tarihlerini ezberlettiler. Atatürk ilkelerini, özünü anlatmadan, anlamlarını ve amaçlarını kavramamıza izin vermeden sordular sınavlarda. İnkılâpların tarihlerini bellettiler, hedeflerini anlamamıza izin vermeden. Ve Atatürkçülüğü bir doktrin olarak dayattılar, tartışıp özünü bulmamıza olanak tanımadan. Sonunda "Atatürkçülük nedir?" diye sorulduğunda verecek cevap bulamaz duruma geldik. Geçen sene "Atatürkçülük Nedir?" adlı kitabı yorumlarken aslında bize öğretilen anlamından çok daha fazlasını ifade etmekte olduğunu hissetmiş; yine de kendi içimde çok net bir tanımını yapamamıştım. Oysa özünde altı ilkeye dayanan ve bu altı ilkenin toplumda kökleşmesini sağlamak adına bir dizi inkılâpların gerçekleştirildiği bir süreçti. "Süreç" olarak tanımlıyorum; zira, yaşayan bir olgu. Türk toplumunun geçmişi düşünüldüğünde onun için her zaman en doğru olacak yönetim ve yaşam biçimini tanımlıyor. Laikliğe dayalı bir demokrasi ve bu demokrasinin can suyunu teşkil eden cumhuriyet rejimi. Aksini düşünmek ve hayal etmek 1920'nin Sevr'i demektir. Bugün dünyada demokrasi ile yönetilen devletlere bakıldığında dahi tam anlamıyla uygulanamadığı görülen ideal yönetim biçimini ve bu idare şeklinin dayanması gereken temelleri tarifliyor aslında Atatürkçülük. Kendisi, bizzat bir yönetim biçimi olmayı hedeflemeyen; tam tersine, uygar devlet anlayışını tanımlayan bir kılavuz aslında. Doktrin, yani bir öğreti veya dogma niteliğine sahip olmamasını ise İnkılâpçılık ilkesiyle; diğer bir deyişle değişen dünya şartlarına uyum sağlamak adına bilim ve akla dayalı yeniliklere açık olmakla güvence altına almış.
Bu gerçeği anlamamak, anlamaya çalışmamak bu ülkeye yapılabilecek en büyük ihanettir. Gerçekleri anlamak ve doğru yorumlayabilmek ise tarihi ancak doğru kaynaklardan okumak ve onu kendi düşünceleri doğrultusunda şekillendirmek isteyen bireylerin yorumlarından arındırarak değerlendirmekle mümkün olabilir. İşte, Emre Kongar'ın kitabında yapmaya gayret ettiği de bu. Bağımsız bir gözle, tarihsel gerçeklere dayanarak son iki asrın değerlendirmesini yapıyor ve on dokuzuncu yüzyılın başından itibaren yürüdüğümüz yolda neden zaman zaman tökezlemiş olduğumuzu gözler önüne seriyor. Atatürk'ün ölümünden sonraki dönemde Türk siyaset hayatında deneyimlenen olayların nedenlerini ve bugüne dek ulaşan etkilerini okuru gereksiz ayrıntılarla sıkmayan bir üslupla dile getiriyor.
İnsan, bu kitabı okuyunca görüyor ki; Aydınlanma (Rönesans), Endüstri Devrimi ve Kentleşme süreçlerini çok geç deneyimlemiş, hattâ hâlâ deneyimlemekte olan bir toplumun dine dayalı, köy kökenli, feodal bir yapıdan sıyrılması kolay olamıyor. Batı dünyasının deneyimlediği bu üç aşamalı gelişim sürecini yaşamadığı için de toplumda emek ve sermaye sınıflarının güçlenip haklarını aramakta geç kalmış olması, demokrasinin sağlıklı gelişimini aksatan unsurlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. İşte Atatürk'ün, özel girişimin ve özel sermayenin olmadığı bir dönemde Devletçilik ilkesiyle kalkınma yolculuğuna çıkmasının temel sebebi bu. Bozkırın ortasındaki Atatürk Orman Çiftliği'nin kurulması, şeker fabrikalarının ve Sümerbank'ın bünyesinde demir-çelik, kâğıt ve selüloz, tekstil ve çimento fabrikalarının ekonomiye kazandırılması hep demokratik Cumhuriyet rejiminin üretime dayalı sağlam bir ekonomiye dayandırılması çabalarının ürünüdür.
Kurtuluş Savaşı'nı düşmana karşı kazanan Mustafa Kemal ile altı ilkeyi koyan ve inkılâpları yapan Atatürk aynı kişi olmasına rağmen, O'nu hep iki farklı karaktermiş gibi tanıttılar üstü kapalı da olsa. İlki, vatanı düşmanlardan temizleyen bir kahraman; ikincisi ise saltanat ve hilafeti kaldırarak dine dayalı yaşam prensiplerine (yani şeriata) aykırı bir düzeni topluma dayatan (!) Atatürk. Bugün içinde bulunduğumuz açmazın temeli işte bu bilinçli yabancılaştırmaya dayanıyor.
Uzak ve yakın tarihimizi doğru anlamak adına mutlaka okunması gereken bir başucu kitabı "Tarihimizle Yüzleşmek".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder