Ruhları savaşlardan yorgun düşmüş; gençliklerini Sarıkamış'ta, Çanakkale'de kanla, ateşle, ölümle yoğurmuş insanların öyküsü... Her şeye rağmen hayata ve umutlarına dört elle sarılan insanların yeni bir başlangıca olan hasretleri... Bir Ada Hikâyesi dizisinin bu ilk kitabı, kuşaklar boyu yaşadıkları yurtlarından mübadele sonucu kopartılmış insanlardan geride kalan bir adada, yarım kalmış hayatlarını baştan yaşamaya azmetmiş insanları kaleme alıyor.
Bir gün, adanın karşı kıyısındaki sahil kasabasına başında kalpağı, üzerinde temiz kıyafetleri ve göğsünde İstiklâl Madalyası ile Poyraz Musa isminde gizemli bir yabancı gelir. Rumlar'ın boşalttığı Karınca Adası'ndan bir ev edinmektir dileği. Göğsündeki madalyaya bakarak onun bir savaş kahramanı olduğu sonucuna varan kasaba halkından büyük saygı görür. Bir zamanlar Rumlar'ın yurt bellediği; fakat mübadele sonucu kimsesiz kalmış topraklara Türkleri yerleştirme sevdasında olan devlet, Poyraz Musa'ya istediği evin ve değirmenin tapusunu sorgusuz sualsiz verir. Orada tek başına yaşayacağı düşüncesiyle adaya yerleşen Poyraz Musa, kısa süre sonra yalnız olmadığını anlayacaktır.
Kâh adanın zeytinliklerinde, meyve bahçelerinde, değirmenlerinde gizli gizli dolaşan, kâh kayığıyla balığa çıkan bu hayalet, Vasili'den başkası değildir. Arkadaşları ve komşuları mübadele sonucu adayı terk ederken Vasili gitmemeyi seçmiştir. Terk edilmiş evlerden birine yerleşir. Her nasılsa sahibi tarafından geride bırakılmış bir kedi, o küçücük adada yüreğinde her geçen gün büyüyen yalnızlığını paylaşır Vasili'nin. Yalnızlığı yaşadığı günler boyunca kayığı ile balığa çıkar; evlerin kilerlerinde, mutfaklarında eski sahiplerinin konuklarına ikram edercesine bırakmış olduğu yiyecekleri yiyerek yaşar. Rızkını kedisiyle paylaşır. Hayallerini çocukluk aşkı Aliki süsler. Evleneceği kızı düşündüğünde hep hatırına gelen Aliki. Küçücük bir çocukken onun adadan ayrılışını yaşar hatıratında. Anılarını kaplayan yalnızca geçmişte kalmış sevgilisi değildir. Sarıkamış'ta ve Çanakkale'de yaşadığı ateşten ve ölümden örülmüş günlerini yaşar yeniden. Allahuekber Dağları'nın yamaçlarında donmuş insan bedenlerinden oluşmuş ormanı anımsar. Alev kesmiş denizden yağan ateş toplarının saçtığı ölüm canlanır gözlerinin önünde.
Ve Poyraz Musa'nın gelişi... Poyraz Musa'nın adaya ayak bastığı ilk günden itibaren Vasili'nin tek düşüncesi onu öldürmektir. Yemin etmiştir, adaya ilk ayak basanı vuracağına. Eli tetiğe kaç kez gider. Yine de öldüremez... "Savaş görmüş adam korkaktır. Adam öldüremez istese de..." Sonra hiç beklenmedik bir olay gerçekleşir.
Poyraz Musa, gerçekten olduğunu sandığımız kişi midir? Sarıkamış'ta soğuğun ve tifüsün öldürmediği bir avuç askerden yalnızca biridir Poyraz Musa. Askerdir, eşkıyadır, kuvayı milliyecidir, kahramandır, korkaktır, kaçaktır... Özetle insanın ta kendisidir. Kitabın sonlarına gelindiğinde Poyraz Musa'nın son on yıla sığmış uzun hayat hikâyesini hayretler içerisinde okuruz. İnsanların geçmişlerinin ne denli derin ve karmaşık dehlizlerden örülü olabileceğini görürüz, onun hayat hikâyesini dinledikçe.
Ada, küçük olmasına küçüktür; ama, hayata dört elle sarılmış olan için âlemi barındırır içinde.
Derken adaya insanlar gelir. Kimi, Türkiye'deki Rumlar misali Batı Trakya'daki topraklarından kopartılmıştır. Onların gözünde yeryüzüne inmiş cehennemdir ada. Engin ovalara alışmış olan, engin denizin ortasındaki küçücük adayı beğenmez, gider.
Bir baytar gelir. Gelir de adada hiç hayvan olmadığını görünce işsiz kalacağını anlar. Aç kalmayı göze alamaz; durmaz, gider.
Yunan'a kan ağlatmış; dağlara sığamamış ve eşkıyalığa tenezzül etmemiş bir efe gelir. Görür ki ada doğal bir hapishane. Jandarmalar kıstıracak olsa kaçacak yeri yok. Çekinir, gider.
Adada bir Poyraz Musa, bir Vasili, bir de Yunanistan'dan kaçıp adasına geri gelmiş Lena... Hayata tutunmuş, yaşarlar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder