1506 yılının Mayıs ayında Floransalı büyük sanatçı, Davud heykelinin yaratıcısı Michelangelo, Sultan II. Bayezid'in daveti üzerine İstanbul'a gelir. Bu davete olumlu yanıt vermesinde Papa II. Julius'un sanatçıya, kendisine değer verilmediğini hissettirecek denli kötü muamelede bulunması önemli rol oynar. Avrupa'nın düşmanı olan bu Müslüman memlekette; hele ki Bizans'tan alınarak başkent yapılmış, gizemlerle dolu olduğunu yaşayarak öğreneceği bu kozmopolit şehirde onu sarsacak deneyimlerin eşikte beklemekte olduğunu bilmeksizin limana ayak basar.
Michelangelo, Avrupa kentlerinden çok farklı bir dokuya sahip bu tuhaf şehre alışmaya çalışır önceleri. Kendisine yakınlık gösteren şair Priştineli Mesihî'nin eşliğinde Ayasofya'yı ziyaret eder önce. Ardından şehirdeki diğer yapıtları inceler. Geceleri ise hiç alışık olmadığı içki âlemlerine sürükler onu Mesihî. Konakladığı handaki gösterişsiz odasında taslaklar çizmediği zamanlarını şair arkadaşıyla birlikte geçirir. Bu âlemlerin birinde gizemli bir rakkase ile karşılaşır. Kadının gizemli hâli, daha önce kadınlarla hiç yakınlaşmamış sanatçıyı derinden etkiler. Tarif edemediği duygular sarar benliğini. Kadını bir türlü çıkaramaz aklından. Adını koyamasa da hislerinin, kadını bir kez daha görmeyi arzular.
Bu arada, kendisinden tasarlamasını istedikleri köprüyü zihninde şekillendirmeye çalışır. Da Vinci'nin tasarımından daha fazlası olmalıdır kendi eseri olacak köprüde. Saray sabırsızlanmaktadır ortaya çıkacak eseri görmek için. Michelangelo ise bir yandan Roma'dan Papa'nın haberi olmaksızın ayrılmış olmanın verdiği sıkıntıyı yaşamakta, diğer yandan da yarım bırakmış olduğu Sistine Şapeli'ni düşünmektedir. Sonunda köprüyü şekillendirir. Önce zihninde, sonra kağıt üzerinde... II. Bayezid'in takdirine mazhar olur tasarımı. Köprünün inşasına vakit kaybedilmeksizin başlanır.
Rakkase ile arasında cinselliğe dayanmayan bir ilişki gelişir. İçki ve zevk meclislerinin müdavimi bir Türk tüccar, sanatçının kadına olan ilgisini anladığından rakkaseyi onun odasına gönderir. Aralarında cinsellik yaşanmasa da birbirinin hemen yanı başında, bir diğerini sessizce dinleyen iki yabancıdırlar.
Kitabın bazı bölümleri rakkasenin içsel konuşmalarına ayrılmış. Anlattıklarından yeryüzünde artık bulunmayan uzak bir memleketin sürülmüş halkından olduğu anlaşılır kadının. Endülüs İspanyası'nda Granada kentinin artık tarih olmuş yaşanmışlığını yüreğinin derinliklerinde taşıyan, İstanbul'a geldikten sonra zevk gecelerinin metası olmuş bir kadının sessiz isyan çığlıklarıdır okuduklarımız.
Şair Mesihî ile olan ilişkisi ise bambaşka bir boyuttadır Michelangelo'nun. Şairin eşcinsel eğilimlerinin farkındadır. Geceleri Tahtakale'nin meyhanelerinde kendini içki ve afyona veren Priştineli şair, Floransalı sanatçının rakkaseye olan meylini içten içe kıskanmaktadır. Fiziksel açıdan çirkin bir insan olarak betimlenen Michelangelo, şairin gözünde erişilmez bir Frenk olarak yer eder.
Olaylar, hiç beklenmedik şekilde gelişerek sürpriz bir sonla noktalanır. Michelangelo, üç ay önce geldiği gibi, gizlice ayrılır İstanbul'dan. Yaşadığı son deneyim onu duygusal olarak o denli yıkmıştır ki, ardında bıraktığı tamamlanmamış eserini düşünmeksizin terk eder, onda ruhsal çalkantılar yaşatmış bu şehri. İstanbul'da geçirdiği kısacık üç ay zarfında hayatında o zamana dek yaşamadığı ve bundan sonraki sanat hayatında izleri görülecek deneyimler edinmiş olarak İtalya'ya geri döner.
İnşasına başlanan; ancak, bitirilemeyen köprü 1509'daki büyük İstanbul depreminde tamamen yerle bir olur. Böyle bir köprünün bir zamanlar var olduğunu, en azından inşasına başlanmış bulunduğunu unutmak ister gibidir herkes.
Kitap, kimi zaman tek sayfayı dahi aşmayan kısa bölümlerden oluşuyor. Yazarın böyle bir tarzı bu kitap için özellikle mi benimsediğini sorgulamadan edemiyor insan. Sanki sanatçıların anlık değişkenlik gösterebilen ruh hâllerini vurgulamak ister gibi kaleme alınmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder