1 Ocak 2018 Pazartesi

Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi


Toplum olarak mensubu olduğumuz devletin adı ve yönetim şekli değişmiş olsa da yaklaşık 500 senedir deneyimlediğimiz "geri kalmışlık" mefhumunun sebeplerini tarihimizin, sosyal yapımızın ve dış ögelerin etkilerini dikkate alarak inceleyen kıymetli bir kaynak eser.

Sayfaları geride bıraktıkça, tarih kitaplarımızda Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri için bizlere aktarılan bilgilerin eksik, yanlış, hattâ yanlı olduğunun farkına varıyor insan. Osmanlı'nın "muhteşem" olarak nitelenen döneminden başlayan ekonomik ve siyasal bozulmanın, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile hızlanmış olduğunu okuyunca insan ister istemez bu iki fermanın Osmanlı'daki özgürlük hareketleriyle bağdaştırılmasındaki çelişkiyi düşünmeden edemiyor. Osmanlı devlet düzenini ciddi anlamda zedeleyen ilk hareket olan Celâli Ayaklanmaları'nın Sultan Süleyman'ın ölümünden yalnızca on yıl sonra başlamış olması ise kök nedenlerin yine devlet düzeninde aranması gerektiğini ortaya koyuyor.

Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak "Batılılaşmak" ile aynı anlamı taşımıyor. Osmanlı'nın teknolojide, bilimde, sanayide, dünya ticaretinde fersah fersah yol alan yabancı devletler karşısındaki konumunu güçlendirmek ümidiyle "Batılılaşma" yolunda ilerlerken aslında kendi toplumsal özüne uymayan bir yapılanmaya gitmiş olmasının, onu Batı ülkeleri karşısında daha da zor bir durumda bırakmış olduğunu anlıyoruz. Benzer yanılgının Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde tekrarlanmış olması, Osmanlı bürokrasisinde yetişmiş subay ve devlet adamlarının yeni dünya düzenine ayak uydurmak adına Batı'nın iki asır önce aşmış olduğu yoldan ilerlemeye çalışmasından kaynaklanıyor temelde. Oysa ne devletin yapısı, ne toplumsal yapı, ne de ekonomik yapı "Batılı" olmaya elverişlidir.

Avrupa'da gelişen ticarete dayalı gelişim, beraberinde teknik ve sosyal alanlarda ilerlemeyi getirirken parayı elinde bulunduran bir kesimin de her geçen güçlenmesini sağlamaktadır. Özellikle feodal yapının yıkılmasıyla özerkliğine kavuşan tüccar ve sanayici kesim, haklarını korumak ve özellikle saray ve çevresi ile paylaşmamak adına siyasal özgürlüğünü de eline almaya başlamaktadır. Bütün bu sürecin sonunda "ferdiyetçilik" ve "maddiyatçılık" diye adlandırdığımız, Doğu kültürü ve terbiyesi ile yetişmiş insanların yaşam felsefesine uygun olmayan bir hayat tarzı Batı'da güçlenmektedir. Kendisinden olmayana çok da var olma hakkı tanımayan bir yaklaşımdır bu.

Sanayi Devrimi ile Avrupa'da kralların ve aristokratların gölgesinden kurtulan burjuva kesiminin üretim araçlarını, dolayısıyla sermayeyi elinde bulundurması, onu iktidarda söz sahibi olma noktasına taşırken Türkiye'deki temel sorun; sanayi olmadığı gibi sanayiyi kuracak sermayeye sahiplerinin de bulunmayışıdır. Özellikle 16. asırda el değiştirmeye başlayan toprağa dayalı servet Tanzimat'tan sonra daha da güçlenen kesimin elinde üretime ve istihdama dönüşememiştir. Kişisel servetler bireylerin yaşamı süresince erimiş, ölümleriyle birlikte de sona ermiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet Türkiye'si sanayiyi kuracak sermayeden ve sermaye sahibinden yoksun olarak hayatına başlamış bulunmaktadır. Bu bakımdan, Avrupa'da burjuvazi iki yüz yıllık bir mücadele sonunda bugünkü gücüne kavuşabilmişken Türkiye'de Cumhuriyet döneminde yaratılmak istenen burjuva kesiminin cılız kalmış olmasını yadsımamak gerekiyor. 1923-1938 yılları arasında yapılan kalkınma hamleleri o dönemin şartlarında küçümsenemeyecek düzeyde olsalar da Türkiye ile Avrupa ile arasındaki iki yüz yıllık farkı kapatacak seviyede olamamıştır.

1947 yılında Amerika ile dış ticaret anlaşmasının imzalanmasıyla başlayan, çok partili döneme geçilmesiyle birlikte hızlanan, Soğuk Savaş ile birlikte artan dış borçlanma Türkiye için ekonomik bağımsızlığın sonu olmuş. O günlerden bugüne pek azı hibe, kalanı ise kredi şeklinde gerçekleşen dış kaynaklı askeri ve ekonomik yardım paketleri 1980'li yıllara gelindiğinde ülkeyi "70 sente muhtaç" duruma sürüklemiş. Almış olduğu krediyi geri ödeyemeyecek hale gelen Türkiye, borcunu daha yüksek faizli bir borç ile karşılamak zorunda kalmış. Alınan kredilerin doğru sanayi yatırımlarına aktarılmamış olması, yatırım stratejilerinin krediyi veren ülkeler tarafından oluşturulması, sanayi ürünleri ithalatını tarım ürünleri ihracatı ile karşılamaya çalışan ülkeyi daha büyük bir darboğaza sürüklemiş. Türkiye, sanayileşmiş bir ülke olmak yerine tarım ülkesi olarak kalmaya mahkum edilmiş.

Batı'daki örneğine benzer şekilde sanayileşme hamlesini gerçekleştiremeyen ve çağının gerektirdiği teknolojik üretim seviyesine ulaşamayan Türkiye; siyasi iktidarların uyguladığı "günlük gereksinimlerini karşılamaya yönelik halkçı" politikalar nedeniyle kaynaklarını doğru kullanamamaya ve çarçur etmeye devam etmektedir.

Kitabın ilk kaleme alındığı 1970 yılında, Cumhuriyet'in kuruluşunun üzerinden 50 yıl; bugün de kitabın ilk yayın tarihinden yaklaşık 50 yıl geçmiş olmasına rağmen değişen çok fazla şey olmadığını görmek insanı üzüyor. Demek ki, geçmiş yüz yıl içerisinde bir önceki iki yüz yılın kalkınma çabalarının üzerine hatırı sayılır bir gelişim kaydedilmiş olsa da Ulu Önderimizin hedef göstermiş olduğu "çağdaş medeniyet" seviyesine hâlâ oldukça uzağız.

Türkiye'nin kalkınmasının ve gelişmesinin yegâne kaynağı, yine kendi insanının özverili çalışması ve göstermeye hazır olduğu fedakârlık olacak.

"Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklâl ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar".
                                             Mustafa Kemal Atatürk

Hiç yorum yok: