Bugün dünyada hüküm süren tek insan türü olan Homo Sapiens'in on binlerce yıla dayanan geçmişinin, doğayla ve hemcinsleriyle olan yıkıcı mücadelesinin, kendi kurguladığı hayal dünyası sayesinde oluşturduğu toplumsal yapının tarih, antropoloji, psikoloji ve toplumbilim perspektiflerinden incelendiği çok çarpıcı bir araştırma.
Homo Sapiens; bu dünyaya ait ve doğanın bir parçası olmasına rağmen, hayallerinin bir uzantısı olan sonu gelmez istekleri ve doyuma ulaşamayan hayalleriyle doğayla ve diğer canlı türleriyle olan mücadelesine istemsizce devam ediyor. Avcı toplayıcı olduğu dönemlerde kilometrelerce mesafelere uzanan yaşam sahalarında hayatını diğer yaşam türleriyle uyumlu bir şekilde devam ettiren Sapiens, tarım devrimi ile birlikte geçmişe kıyasla daha dar alanlarda; fakat, daha kalabalık gruplar halinde yaşamaya başlar. Giderek artan nüfusu beslemek için daha çok çalışması ve diğer insan gruplarıyla da işbirliği yapması gerekmektedir. Bu birliği sağlamak, ortak bir hayale sahip olmayı gerektirmektedir. Ortak bilince ve hayal gücüne hitap edebilecek mitler yaratma becerisi Sapiens'i dünyanın tek hakimi haline getirir.
Fiziksel güç, ekonomik üstünlük, gelişmiş teknoloji... Hangi temele dayanırsa dayansın; insan gruplarından herhangi birinin diğerine kıyasla avantajlı konumda olduğu durumda güçlü, zayıf olanı her zaman sömürmüş. Bunu ruhsal sapkınlık düzeyine vardıran fanatik grupları hariç tutarsak, insanoğlunun bu davranışını oldukça "doğal" bulduğuna şahit oluyoruz. Yüzyıllar boyunca beyaz adam siyahileri, sarı ve kızıl derilileri kendisinden aşağı görerek onlardan faydalanma hakkını kendisinde görmüş. Bununla birlikte her toplum da kendi içinde görece zayıf olanı, üzerinde hak iddia edilen bir meta olarak değerlendirmiş. Kadınların ırk, coğrafya ve millet ayrımı olmaksızın hemen hemen tüm toplumlarda alt seviyede konumlandırılmış olması gibi. Sanırım, güçsüz karşısında gücü sonuna kadar kullanmak Sapiens'in genlerine işlemiş bir özellik.
Merakının tetiklediği araştırma ve keşfetme dürtüsü, "hayal edileni gerçeğe dönüştürebilen" toplumları diğerlerinden hep birkaç adım öteye taşımış. Varılan gerçeğin eşiği de hep yeni hayalleri tetiklemiş. Bu döngü nihayetinde Sapiens'i doğada var olmayanı "yaratan" konumuna taşıyor. Öte yandan, genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanlar insanoğluna daha fazla besin kaynağı oluşturuyorken bunların ne kadarı dünya üzerindeki insanların tamamına sunuluyor?
Daha da önemlisi, insan bir gün "süper insan"ı yaratmak isterse ne olacak? Jules Verne 1865'te Aya Seyahat romanını kalem aldıktan yüz yıl sonra Neil Armstrong ayın tozlu yüzeyine ayak izini bırakıyordu. Bilimkurgu eserlerine konu olmuş Superman veya Captain America belki de yer altındaki gizli laboratuvarlarda gün ışığına çıkacakları günü bekliyorlar.
Gelecek nasıl şekillenirse şekillensin, insanlık olarak cevabını bulmamız gereken çok temel bir soru ile sonlanıyor kitap. Her şeye sahip gibi gözüksek de gerçekte mutlu muyuz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder